Transatlantik dünyadan Pasifik dünyaya doğru güç kaymasının yaşandığı günümüzde Türkiye gibi orta ölçekli ülkelerde Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika alanlarında çalışan akademisyenlerin çalışma konularını belirlerken bu gerçeği ne derece dikkate aldıkları önemli bir konu.

Önce bir kaç tespit yapmaya çalışalım. Türkiye’de Uluslararası İlişkiler disiplininin gelişim sürecine bakıldığında, reelpolitik güvenlik kaygılarının, coğrafi konumdan kaynaklanan hassasiyet ve özelliklerin, küresel aktörlerin Türkiye’ye yönelik algı ve stratejik hesaplarının, bölgesel ve uluslararası sistem düzeylerinde var olan güç dengelerinin hep ön planda olduğunu görüyoruz.

Realist düşünce yapısının liberal anlayışa nazaran daha fazla sirayet ettiği Türkiye Uluslararası İlişkiler dünyasında, diplomasi tarihi, uluslararası hukuk, askeri strateji, devletlerarası güvenlik, askeri güvenlik örgütleri ve Türkiye’nin büyük güçlerle olan siyasi ve askeri ilişkileri her daim en popüler konular oldu.

Diğer taraftan, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve liberal uluslararası düzenin hâkim konuma gelmesiyle Türk akademisyenlerin çalıştıkları konularda bir çeşitlenme oldu. Son birkaç on yılda İnşacılık, İngiliz Okulu, Eleştirel Güvenlik ve Neoliberal Kurumsalcılık perspektiflerden yapılan çalışmalar dikkate değer oranda arttı. Devlet içi unsurların uluslararası ilişkilere ve dış politikaya daha fazla etki ettiğine inanan ve çalışmalarını bu temel üzerinde kurgulayan çok sayıda Uluslararası İlişkiler akademisyeni var artık. Kimliksel tanımlamaların, stratejik kültürün, milliyetçilik ideolojisinin, tarihten devralınan mirasların, kültürel kodlamaların, sınıfsal ekonomik çıkarların, farklı çıkar grupları arasındaki mücadelelerin, uluslararası örgütlere katılma sürecinde yaşanan farklı ‘sosyalleşme’ ve ‘dönüşüm’ süreçlerinin, çevre, göç, enerji gibi konuların ve karar alıcıların sahip oldukları dünya algısı ve kişilik özelliklerinin Türkiye’nin dış politikasına ve uluslararası ilişkilerine ne yönde etki ettiğini araştıran ve bu çerçevede ilgili uluslararası literatüre katkı yapan akademik çalışmalar son yıllarda ivme kazandı.

Uluslararası sistemin yapısında yaşanan gelişmeler Türk akademisyenlerin çalıştıkları konuları ve benimsedikleri kuramsal yaklaşımları yakından etkiliyor. Soğuk Savaş yıllarının çift-kutuplu ortamında realist kuram akademik çalışmalara daha fazla etki ederken, tek kutuplu dünya düzeninin daha görünür olduğu yirmi birinci yüzyılın ilk iki on yılında liberal kuram daha etkili olmaya başladı. 2008 yılında ortaya çıkan ve etkileri hale hissedilmekte olan küresel ekonomik kriz çok-kutuplu bir dünyaya geçişi hızlandırdıkça, realist kuram Türkiye Uluslararası İlişkiler disiplininde yeniden ön plana çıkıyor.

Son yıllarda Türkiye’nin öznel tecrübelerinin ışığında bir Türk/Anadolu Uluslararası İlişkiler okulu meydana getirme çabaları da hızlandı. Anadolu coğrafyasında hüküm sürmüş farklı medeniyetlerin günümüze bıraktığı tarihi miras Uluslararası İlişkiler alanında hangi özgün kavramları ve düşünce yapılarını ortaya çıkarabilir merakı kendi içinde son derece anlamlı ve önemli. Bu konuda kaydedilen mesafe tatmin edici olmasa da, bu merakın tetiklediği çalışmalar devam ediyor.

Bu çerçevede altı çizilmesi gereken bir nokta genel olarak Soğuk Savaş sonrası özel olarak da Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının yaşandığı son on beş yılda, özgün bir Türk/Anadolu ekolu oluşturma çabalarının Türkiye’nin bölgesel ve küresel güç dengelerindeki konumunun güçlenmesiyle yakından alakalı olduğu. Maddi güç imkânları komşularına ve küresel aktörlere nazaran göreceli olarak artmaya başlayan Türkiye’nin uluslararası düzlemde daha fazla etkili olmaya başladığı gözleniyor artık. Karar alıcılar seviyesinde yaşanmakta olan bu durum kaçınılmaz olarak akademik dünyayı bu çabayı daha iyi ‘anlama’ ve ‘meşrulaştırma’ girişimlerine yöneltiyor.

Doğrudan özgün bir Anadolu/Türk Uluslararası İlişkiler okulu oluşturma çabalarıyla alakalı olmasa da son yıllarda gözlenen bir diğer durum dış politika karar alıcılarıyla Uluslararası İlişkiler düşün dünyasının temsilcileri arasındaki ilişkilerin daha organik olmaya başladığı ve her iki kesimin birbirini daha fazla etkilemeye başladığı. Bu sonucun ortaya çıkmasında saygın bir Uluslararası İlişkiler akademisyeni olan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun son yıllarda Türk dış politikasına yön veren en önemli karar alıcılardan birisi olması önemli. İki dünya arasındaki köprünün nasıl kurulması gerektiğine dair yapılan akademik çalışmalarda Türkiye’nin yaşadığı tecrübeler örnek vaka analizlerine konu olacak nitelikte. Bu kısa çalışmanın izin verdiği ölçüde belirtmek gerekir ki, düşün dünyasının karar alıcıları etkilediği bir manzaradan çok Türkiye’de yaşanan karar alıcıların dünya görüşleri çerçevesinde oluşturdukları dış politikaları meşrulaştırmak ve halk tarafından satın alınır kıvama getirmek adına akademik dünyayı araçsallaştırdıkları. Bu araçsallaştırma sürecinin farklı mekanizmalar üzerinden yürüdüğü açıksa da bu bağlamda altı çizilmesi gereken durum akademik dünyanın siyasi karar alıcıların dünyasıyla arasında koruması gereken ‘güvenli mesafe’yi kaybetmeye başladığı. Akademisyenlerin kanaat önderlerine ve kamuoyu oluşturucularına dönüşmesi süreci son yıllarda hızlandı. Hayatın birçok alanında yaşanmakta olan ideolojik kutuplaşma kaçınılmaz olarak Uluslararası İlişkiler akademik dünyasına da sirayet ediyor. Bu kutuplaşma ortamında kanaat önderi ya da kamuoyu lideri olmaya gayret etmeden sadece yaşananları açıklama, anlama ve yaşanabilecekleri tahmin etme odaklı çalışmaya devam eden birçok akademisyen olsa da, bu kesim ya görmezden geliniyor ya da fildişi kulelerine çekilip akademik üretim yapmaya devam ediyor.

Türkiye Uluslararası İlişkiler dünyasının hala ağırlıklı olarak Batı düşün dünyasının etkisinde olduğu iddia edilebilir. Bu durum çalışılan konulardan konuların çalışılma sürecinde benimsenen kuramsal ve kavramsal varsayımlara kadar uzanıyor. Batılı küresel aktörlerin dış politikalarını anlayıp açıklamak, Avrupa Birliği bütünleşme sürecini analiz etmek, Batı dünyasına yönelen tehditleri kavramsallaştırmak ve Türkiye’nin Batılı aktörlerle olan ilişkilerini incelemek hala en popüler konular arasında önde geliyor. Çoğu zaman dış politika analizi formatında yapılan bu çalışmalarda Batı Uluslararası İlişkiler dünyasına hâkim olan kuramsal yaklaşımlar kullanılıyor. Mevcut kuramların örnek olaylar bağlamında nasıl kullanıldığı özgün kuram oluşturma ya da mevcut kuramları eleştirel olarak irdeleme çabalarından daha fazla ön planda.

Doktoralarını Batılı kurumlarda tamamlamış, gerek araştırma projeleri gerekse de diğer bağlantılar üzerinde Batı Uluslararası İlişkiler dünyasıyla eklemlenmiş Türk akademisyenlerin ön planda olduğu bu süreç, bütün eksiklerine ve eleştiriye açık yönlerine rağmen kendi içinde değerli bir unsuru da barındırıyor. Batının akademik disiplini ve düşünce/araştırma metodlarını benimsemiş çoğu genç ve orta yaş kuşağında bulunan bu akademisyenlerin akademik literatüre yaptığı katkılar önemli. İngilizce yazılan kitaplar, saygın akademik dergilerde basılan makaleler ve yapılan çalışmalara alınan referanslar not edilmeli. Karar alıcılarla aralarına ‘güvenli mesafe’ koyma kaygısı bu tarz akademisyenlerde daha fazla. Diğer taraftan akademik kariyer sürecinin çoğunu Türkiye’deki eğitim kurumlarında tamamlamış akademisyenlerin daha ideolojik olabildikleri ve ‘güvenli mesafe’yi koruma yönünde farklı düşünebildikleri görülüyor.

En başta sorduğumuz soruya dönecek olursak küresel güç dengelerinin hızla değişmekte olduğu günümüzde Türk akademisyenleri Batı dışı aktörleri anlayıp açıklama yönünde ciddi mesafe kaydetmiş değil. Reelpolitik, sistemik etkiler ve güçler dengesi pencerelerinden Uluslararası İlişkilere ve Dış Politikaya bakma geleneğinin güçlü olduğu ülkemizde bu büyük bir eksiklik. Liberal uluslararası dünya düzeni üzerine olan yerel çalışmaların azlığı, bu düzene alternatif önerileriyle gündeme gelen Batı dışı dünyanın önemli küresel aktörlerine yönelik ilginin yetersizliğiyle birleştiğinde ülkemizin dünyanın yaşamakta olduğu dönüşümü anlayıp ona uyum sağlama yönündeki çabaları güdük kalıyor. Dünya siyaset sahnesine güçlü bir şekilde dönmekte olan Çin ve Batılı uluslararası düzene tepkisel yaklaştığı aşikâr olan Rusya’nın dış politikalarında hangi değerleri ve çıkarları önemsedikleri, nasıl bir dünya düzeni tasavvuru sundukları, bu güçlerle Batılı güçler arasında oluşacak ilişkinin temel dinamiklerinin ne yönde evrileceği Türkiye gibi orta ölçekli ülkeleri yakından etkileyecek.

Son yıllarda Rusya, Çin ve Hindistan gibi Batı dışı küresel aktörlerin uluslararası ilişkilere hangi kavramsal ve tarihi tecrübeler penceresinden baktıklarına dair ciddi çalışmalar yapılıyor. Bu ülke vatandaşı akademisyenlerin çalışmalarına ek olarak Batı dünyasında bu konuları çalışmaya başlayan akademisyenlerin sayısında da artış gözleniyor. Türk akademisyenlerin bu süreci yakından takip etmeleri önemli. Yerel bir Uluslararası İlişkiler/Dış Politika kuramı önerme çabalarında, Batı dışı coğrafyalarda yaşanan gelişmelere odaklanmak ufuk açıcı olur.

Ülkemiz üniversitelerinde Batı dışı aktörler üzerine yürütülmekte olan yüksek lisans ve doktora çalışmaları yetersiz. Yapılan çalışmalar ise çoğunlukla ya İngilizce ya da Türkçe kaynaklar üzerinden oluyor. Rusça ve Çince öğrenilmesi ve mümkünse bu çalışmaların söz konusu ülkelerin üniversitelerinde yapılması doğru olur. Rusya ve Çin gibi küresel aktörlerin kendi ülkelerine yönelik küresel imajı iyileştirmek ve politikalarına uluslararası meşruiyet kazandırmak adına yürüttükleri çabalar arasında yabancı ülke vatandaşlarını kendi ülkelerinde yüksek lisans ve doktora çalışmaları yapmaya teşvik etmek de var. Sunulan burslar ve diğer fırsatlar yakından takip edilmeli ve yükseköğretim politikamıza şekil verenler bu konuyu öncelikleri arasına almalı.

Ülkemiz akademisyenlerinin son zamanlarda ‘güncel ve acil’ konular ile ‘önemli’ konular arasında sıkıştıkları, vakitlerinin çoğunu daha çok birinci grup konulara ayırdıkları gözleniyor. Batılı ülkelerle yaşanmakta olan sorunlar ile ülkemizin Ortadoğu coğrafyasındaki gelişmeler nedeniyle maruz kaldığı güvenlik tehditleri aşikâr ve dolayısıyla bu konuların çalışılmasına öncelik verilmesi bir dereceye kadar anlaşılır bir durum. Fakat Türk akademisyenlerin gözlerini Batı dışı coğrafyalara da çevirmesi gerekiyor. Bu hem Türkiye Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika disiplinlerini besler hem de ülkemizin içinden geçmekte olduğu küresel dönüşüm sürecini daha iyi anlayıp bu süreçte ortaya çıkması muhtemel sorunlarla daha iyi mücadele etmesinde gereken nitelikli beyin gücünün oluşmasını mümkün kılar.