Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Eskisinden farklı yönleri nelerdir? Günümüzün dünyasındaki sosyo-politik ve sosyo-ekonomik gelişmeler ne yöndedir? Bu türden, oldukça genel nitelikli sorular, sosyal bilimcilerin, bizlerin özelinde de siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında çalışanlar için birer araştırma konusu olamayacak kadar genel ve geniş kapsamlıdırlar. Bununla birlikte, sözkonusu alandaki çeşitli araştırma/inceleme konularına ilişkin olarak yapılacak sosyal bilim çalışmalarının da, esas olarak bu türden sorular ve bu sorulara verilecek cevaplar ile yakından ilişkili olan bir zeminde sözkonusu olacağını da unutmamak gerekmektedir. Bir başka deyişle, bir sosyal bilimci olarak belirli bir araştırma/inceleme konusuna ilişkin anlamlı sorular, hipotezler ortaya koyabilmek, konuya ilişkin analizlerini uygun/gerekli analiz düzeylerinde gerçekleştirebilmek için üzerinde faaliyet gösterdiğiniz bu sosyal bilim zeminini ne ölçüde iyi tanır, ona iyi nüfuz edebilirseniz o oranda da başarılı olma şansınız artacaktır. İşte siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında çalışanların kendilerinin nispeten dar, akademik anlamda soyutlanmış alanlarında gerçekleştirdikleri çalışmaların başarı şansı bu üzerinde faaliyet gösterilen zemine hakim olacak “alan kültürü”nün genişliği ile doğru orantılı olacaktır. Ayrıca bu “alan kültürü”nün uluslararası ilişkiler alanındaki araştırma/incelemelere ilişkin olarak uluslararası sistem öncelikli bir teorik bakış ile de doğrudan bir ilişkisi yoktur. Örneğin, analizlerinde uluslararası sistem öncelikli bir bakış açısına yakın olmayan, bu açıdan daha çok ilgili ülke siyasal sistemini önemseyen bir uluslararası ilişkilercinin de bu “alan kültürü”ne ihtiyacı vardır. Zira günümüzde küreselleştiği söylenen dünyada sözkonusu ülkesel siyasal sistemler bir boşlukta varolmamakta, yukarıdaki sorularla yakından ilişkili bir dış dünya ile genellikle yoğun ve kaçınılmaz bir ilişki içerisinde bulunmaktadır. Dolayısıyla “alan kültürü” yine gündemdedir.

Günümüzde nasıl bir uluslararası sistemde yaşıyoruz? Mevcut uluslararası sistemde, özellikle etki kapasitesi yüksek birincil önemdeki güçlerin gerek birbirleriyle gerekse diğer ülkeler ile olan ilişkilerinde nasıl bir ilişki zemininden sözedebiliriz?

İki kutuplu sistemin sona ermesinin ardından, bazı yorumcuların XXI. Yüzyılda artık ne bir güç dengesi sisteminden söz edilebileceği, ne ülkelerin dış politika uygulamalarında bir güç dengesi politikasının yer alabileceği, ne de alandaki aktör çeşitlenmesinin oldukça belirginleşmesi nedeniyle sadece devletlere dayalı bir güç dengesi kavramsallaştırmasının yeterli olabileceği değerlendirmeleri yaptıkları görülmüştür. Buna karşılık, özellikle gerçekçi okul yandaşı yorumcuların ise çeşitli argümanlarla bu görüşlere karşı çıktıkları bilinmektedir. Kanımca burada konuya ilişkin olarak yapılabilecek en doğru saptama, muhtemelen bu dönemdeki uluslararası sistemde de bir tür güç dengesinden bahsedilebileceği, fakat bunun daha öncekilerden farklı bir anlam ve biçimde ortaya çıkmakta olduğudur.

İçerisinde bulunduğumuz bu yeni dönemde güç dengesi anlayışının farklı boyutlarından söz etmek mümkündür. Günümüzde güç dengesi, gerek uluslararası sistem gerekse bölgesel/coğrafi alt-sistemler düzeyinde, önemli güçler arasındaki bir denge (balance)/dinginlik (equilibrium) durumu olarak anlaşılabilir. Devletlerin her iki düzlemde de bu durumu sağlamak için, bir başka deyişle yükselen bir gücün sistemde kesin bir hegemonya oluşturmasını önlemek için diğerlerinin giriştikleri dış politika uygulamaları için de dengeleme (balancing) ifadesi kullanılmaktadır. Bu açıdan başlıca üç tür dengelemeden söz edilebilir; sert dengeleme (hard balancing), yumuşak dengeleme (soft balancing) ve simetrik olmayan dengeleme (asymmetric balancing). Daha çok gerçekçi yaklaşım taraftarlarının önem verdikleri ve dikkatlerini yoğunlaştırdıkları sert dengeleme, bir ülkenin önemli rakiplerine karşı bir yandan mevcut askeri kapasitesini geliştirici önlemler alırken diğer yandan da bu önemli rakip ya da rakiplere karşı pozisyon alan, çıkarları kendisiyle örtüşen bazı ülkeler ile çeşitli türden ittifaklar aramak olarak tarif edilebilir. Yükselen bir güce karşı uygulanması düşünülen yumuşak dengeleme ise resmi ittifaklardan daha çok ad hoc nitelikli örtük birliktelikler oluşturmayı ve uluslararası kuruluşlardan sağlanan desteğe ilaveten sınırlı bir askeri hazırlık yoluyla sağlanacak bir dengelemeyi içerir. Nihayet, gerek sert gerekse yumuşak dengeleme açısından yeterli imkanlara  sahip olmayanların, kendilerinden güçlüleri dengelemek için, bazen irredantist bir politika çerçevesinde, bazı etnik/dini gruplardan ya da şiddete dayalı/terörist eylemler gerçekleştiren bazı devlet-dışı aktörlerden yararlanmaya yöneldikleri görülmektedir. Bu dönemdeki dengeleme yöntemlerinin yani güç dengesi mekanizmasının, hem uluslararası sistem düzeyinde hem de alt-sistemler düzeyinde söz konusu olduğu da belirtilmelidir.1

 

Uluslararası Sistemin Genel Yapısal Özellikleri

Birçok yazar, Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan uluslararası sistemin temel karakterinin, Amerika Birleşik Devletleri’nin yumuşak liderliği altında bir tür çok-merkezlilik, çok-kutupluluk olduğu konusunda birleşmektedir. Bu açıdan duyulan endişe, tarihte çok-kutuplu sayılabilecek dönem­lere ilişkin olarak gözlemlenen istikrarsızlık ve çatışma sıklığı ile ilgilidir.

Barry Buzan ve Richard Little, başka bazı yazarların çalışmalarından da yararlanarak geliştirdikleri yeni döneme ilişkin kavramsallaştırmalarında iki farklı ilişki kalıbının geçerli olduğu ikili bir yapı, iki farklı “dünya” öngörmektedirler; “barış bölgesi” (kabaca Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ülkeleri, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya kastediliyor) ve “çatışma bölgesi” (bunların dışında kalan oldukça heterojen yapıdaki diğer ülkeler kastediliyor). Bir tarafta, ülkeler arasındaki ilişkilerin eski çatışmacı kalıplara göre gelişmediği, ekonomileri ve toplumları açık ve karşılıklı-bağımlılık ilişkileri içerisinde olan, ayrıca çok sayıda ve güçlü uluslaraşırı oyuncunun yer aldığı, güçlü ve gelişmiş demokrasilerden oluşan barış içerisinde bir güvenlik topluluğu sözkonusudur. Diğer tarafta ise birbirlerine ilişkin ekonomik karşılıklı-bağımlılık düzeyleri düşük ve/veya kırılgan, egemenliğe büyük önem veren eski tarz ve modern ülkelerin birlikte yer aldığı, ilişkilerde genellikle savaşa kadar giden eski çatışmacı ilişki kalıplarının görüldüğü, bir bakıma II. Dünya Savaşı öncesi dünyada geçerli olan güç politikasının belirleyici olduğu uluslararası ortamı hatırlatan bir dünya vardır. Bir bakıma merkez-çevre ilişkilerine benzetilebilecek bu iki dünya arasındaki ilişkiler çerçevesinde, her tarafın da diğeri üzerinde etkisini hissettirmesi sözkonusu olabileceği gibi taraflar arasında Orta Avrupa, Türkiye, Kuzey Afrika, Meksika gibi tampon coğrafyalar yaratılarak bir tür denge kurulabileceği de düşünülebilir. Bu ilişkiler açısından tamamen olmasa da, ağırlığın siyasi/askeri düzlemden ekonomik düzleme, jeopolitikten jeoekonomiye kayacağı öngörülmektedir.2 Bu ikili ayrımın bazı basitleştirmeler içerdiği yazarlar tarafından da kabul edilmektedir. Örneğin, son yıllarda amacı ne olursa olsun, birçok önemli çatışma içerisinde yer alan ve silahlanmaya ayırdığı kaynaklar açısından hep açık-ara dünya birincisi olan Amerika Birleşik Devletleri’nin bu “barış bölgesi” içerisinde yer alıp alamayacağı en azından bir tartışma konusudur. Yine bu “barış bölgesi” ülkelerinin dünya silah ihracatının en azından üçte ikisini ellerinde bulundurmaları da bu gruplandırmadaki bir başka ironik durumu yansıtmaktadır.

XXI. Yüzyılda uluslararası sistemin geleceğine yönelik olarak daha yakın dönemlere ilişkin literatüre dayanılarak yapılan gözlemlerde ise, Atlantik hegemonyasının güçlendiği bir yapı, çok-kutuplu bir yapı, çok-taraflı, çok-aktörlü bir yapı gibi öngörüler ortaya çıkmaktadır.

Her şeyden önce, artık uluslararası sistemin yapısını askeri-stratejik, siyasal, ekonomik açılardan tek düzeyde ele almak her zaman kolay ve/veya mümkün değildir. Nitekim, günümüz dünyasında örneğin İsviçre ile Nijerya’yı, Sudan ile Norveç’i uluslararası sistem içerisinde belirli bir yere oturtmak, sahip oldukları etki imkânlarına göre sınıflandırmak gerekti­ğinde bu zorluk açıkça görülmektedir. Öte yandan, 1980’lerin sonlarında bazı yazarların çöküşe geçtiği yönündeki tahminlere karşın, “Süper Güçler” mücadelesinde ayakta kalan ve bu gün için “Dünyanın en güçlü devleti” unvanına sahip olan Amerika Birleşik Devletleri’nin, uluslararası sistemde her düzeyde tepesinde kendisinin yer aldığı keskin bir hiyerarşik bir yapı oluşturduğunu söylemek mümkün değildir.3

Bununla birlikte, eğer bugünün uluslararası sisteminde as­keri/siyasi açıdan yumuşak bir piramidal hiyerarşiden sözetmek müm­kün ise en tepede Amerika Birleşik Devletleri’nin yer alması doğaldır. Bu konuda, Amerika Birleşik Devletleri’nin lider­liği açısından bazı tartışmalar varsa da,4[4] kanımca Amerika Birleşik Devletleri’nin bu konumu hâlâ ya da henüz, sürmektedir. Bu açıdan kullandığım temel kriter, günümüz dünyasının her­hangi bir yerinde, 1991 yılındaki Körfez Krizi veya 2003 yılında Irak’ın işgali sırasındakine benzer bir harekatı gerçekleştirebilme­k açısından sahip olunması gereken imkânlara hangi ülke veya ülkelerin sahip olduğudur.

Fakat, ülkelerin ekonomik/teknolojik kapasiteleri ve bunları harekete geçirebilme yetenekleri açısından durum farklı olup, bu düzeyde uluslararası sistemde çok mer­kezli bir yapıdan sözetmek mümkündür. Nitekim, askeri/ siyasi açıdan mev­cut olduğunu söylediğimiz yumuşak bir piramidal hiyerarşinin tepesine yer­leştirdiğimiz Amerika Birleşik Devletleri, 1991 Körfez Krizi sırasındaki harekatın ekonomik faturasını tek başına karşılamamış/ karşılayamamış, Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan, Almanya, Japonya da finansörler arasında yer almışlardır. Bu durum, Amerika Birleşik Devletleri’nin, 1950-1953 Kore Savaşı ile ilgili olarak yaptığı gibi, bu türden bir harekatın tüm maliyetini üstlenebilecek bir durumda ve/veya arzuda olmadığını göstermektedir. Amerika Birleşik Devletleri hâlâ çok büyük bir ekonomik güçtür. Ama, artık dünyadaki en büyük ekonomik merkezlerden birisi olarak, sınırsız kaynaklara sahip olmadığı gibi, belki daha da önemlisi, halkı da diğer halklar gibi, çoğunlukla bu türden maliyetleri yüklenmeye gönüllü değildir. Bir başka deyişle, günümüzde eğer Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri gücünün sınırlılığından sözediliyorsa, bu, sözkonusu gücün yeteneklerinin sınırlılığından, hatta finansman imkânlarının azlığından çok, ülke halkının askeri mücadelelerin finansman yükünü kabullenmesindeki sınırlılıktır denilebilir. Bununla birlikte bu saptama sadece, Batı toplumlarının halklarında varolan bir genel eğilimi, eski dönemlere göre daha belirgin olan bir arzuyu göstermektedir. Nitekim, “11 Eylül”ün ardından, ülke halkının büyük bir bölümünün “teröre karşı savaş”a inandığı, inandırıldığı George W. Bush döneminin sonlarında, Amerika Birleşik Devletleri’nin askeri harcamalarının parasal değerinin, yaklaşık olarak dünyadaki bütün diğer ülkeler toplamından daha fazla olduğunu da unutmamak gerekmektedir.

Sonuç olarak, günümüz uluslararası sistemi hiyerarşik ve çok mer­kezli ilişki kalıplarının iç-içe geçtiği, birlikte fonksiyon gördüğü bir yapıya sahiptir denilebilir. Aslında, gerçek uluslararası sistemde bu düzeylerin ayrı ayrı değil bir arada bulunmalarına ve devletlerin dış politikaları üzerinde çoğunlukla birlikte etki uygulamalarına rağmen, böyle bir soyutlama, siste­min bazı özelliklerini daha yakından tanımamıza imkân verdiği için yapılmaktadır. Bu iki düzey, yani uluslararası sistemin siyasi ve ekonomik boyutları birlikte düşünüldüğünde, günümüz uluslararası sisteminin, Amerika Birleşik Devletleri’nin “yönlendirici liderliği” altındaki bir güçlü devletler oligarşisi tarafından be­lirlendiği, en azından kontrol edildiği, denetlendiği söylenebilir. Bu oligarşinin içerisinde yer alan devletlerin güçleri ve/veya güçlerinin bileşimleri birbiriyle aynı olma­makla beraber, hepsi de aynı kulübün üyesidirler. Bu durumda Ame­rika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Ja­ponya bu oligarşinin üyeleri olarak belirginleşmektedirler. Dolayısıyla, gü­nümüzdeki küresel ve bölgesel güç dengeleri de esas olarak bu aktörler tarafından belirlenmektedir, belirlenecektir.

© Ingram Pinn

Bu türden bir yapının ileriki yıllarda çok-merkezlilik görüntü­sünün daha da belirginleşeceği düşünülebilir. Gerçekten de, tarihte ekono­mik anlamda güç odağı olan birimler bir süre sonra siyasal/stratejik açıdan da benzer bir konuma gelme çabasına girişmişlerdir. Sahip oldukları avan­tajlı ekonomik pozisyonu korumak için çatışmayı göze almaktadırlar. Bir başka deyişle, çok-kutuplu bir zeminde sürdürülen ekonomik mücadelenin taraflarının birbirleriyle askeri çatışmaya girme ihtimalleri de artmaktadır.

Öte yandan, oluşmakta olan uluslararası sistemin alt-sistemlerin ha­kim olduğu (sub-system dominant) bir görünüm kazanmakta olduğu söyle­nebilir.5 İki kutuplu sistemde, özellikle de sistemin kutupluluğunun “sıkı”laştığı dönemlerde, uluslararası sistemin bütününü etkileyen, belirleyen faktörler sistemdeki alt-sistemlerin de en önemli girdilerini oluşturmaktay­dılar. Bir başka deyişle, alt-sistemlerin sistemin bütününden otonom olma imkânları pek fazla değildi. Yeni uluslararası sistemde ise bu durum değiş­miştir, değişmektedir. Alt-sistemlere ilişkin olay ve olguların tahlilinde, es­kiden olduğu gibi sorunları sadece ABD-SSCB rekabeti gibi sistemik bir temel belirleyici ile açıklamak, ona indirgemek artık pek mümkün değildir. Örneğin, son dönemde, bir bölgesel alt-sistem olarak ele alabileceğimiz Orta Doğu’da meydana gelen olayları irdelerken, yöredeki etnik ve dinsel mozaik, kendisine özgü bir dinamiğe sahip mevcut güç yapısı gibi faktörler büyük önem kazanmaktadır. Balkanlar, Kafkasya, Güney Asya gibi birçok başka alt-sistem niteliğindeki bölge için de benzer bir durumun geçerli olduğu söylenebilir. Buna karşılık, Avrupa bölgesel alt-sisteminde oldukça farklı bir görünüm söz konusudur. Bir başka deyişle, bölgesel alt-sistemlerdeki ilişki kalıpları zaman ve mekana göre önemli farklılıklar gösterebilmektedir. Bazılarında (örneğin Orta Doğu) yukarıdaki ifadede yer alan “kendisine özgü bir dinamiğe sahip mevcut güç yapısı” ile işaret edile­n ve çoğu defa taraflar arasında kıyasıya süren çatışmacı bir rekabetin söz konusu olduğu klasik güç dengesi modeline benzer bir yapı ve ilişki biçimidir. Bazılarında (örneğin Latin Amerika) nispeten daha işbirliğine yatkın bir uluslararası ortam söz konusu iken bazılarında (örneğin Avrupa) ise işbirliğinin de ötesinde entegrasyona yönelik ciddi gelişmeler söz konusudur.

Uluslararası Sistemdeki Belirleyici Eğilimler

Günümüz uluslararası sistemini anlamak açısından belirle­yici eğilimlerin saptanması da önemlidir. Bu açıdan yapılabilecek ilk gözlem, yeni uluslararası ortamdaki devletlerarası ilişkilerde ideolojik faktörlerin öne­minde nispi bir azalma, jeopolitik faktörlerin öneminde ise nispi bir artmanın varolduğudur. Bunun yanında, ülkelerin maddi kapasitelerini oluşturan gü­cün ekonomik/teknolojik bileşenlerinin önemi, gücün askeri/siyasi öğelerinin yanındaki yerini iyice sağlamlaştırmıştır. Bir başka deyişle, (farklı bölgelerde farklı oranlarda sözkonusu olsa da) jeoekonomi de jeopolitiğe göre nispi bir önem artışı yaşamaktadır.

Öte yandan az yukarıda, oluşmakta olan uluslararası sistemin alt-sistemlerin ha­kim olduğu bir görünüm kazanmakta olduğundan sözedilmiş ve bu alt-sistemlerin çoğunda, uluslararası sistemin yuka­rıda belirtilen hiyerarşik/çok merkezli yapısının belirleyici etkisinden oto­nom olduğu ölçüde klasik güç dengesi sisteminin özelliklerini gözlemenin mümkün olduğuna değinilmişti. Bilindiği gibi, özellikle Soğuk Savaş döneminin yarattığı, as­lında bu sistemin son dönemlerinde zaten aşınmış olan ideolojik şalın kalk­ması ile bu, kendini özellikle bölgesel politikalar düzeyinde hissettiren çı­kara dayalı güç dengesi anlayışı iyice belirginleşmiştir. Bu defa da, devletle­rin dış politikalarında dini ve etnik faktörlerin birincil öneme sahip oldu­ğuna, olacağına dair değerlendirmeler ortaya çıkmıştır.

Samuel P. Huntington’ın ortaya attığı “Uygarlıklar Çatışması” tezi buna en belirgin örnektir.6 Bir yazar bu “üç uygarlık arası mücadele”7 tezini bir tür bölgesel­cilik olarak nitelemektedir.8 Bu tez belki, uzun tarihsel dönemlerde belirli uygarlıklar arasında yüz­yıllar süren ama ancak çok genel düzeyde bir anlam ifade eden rekabetleri açıklamakta önem taşıyabilir. Fakat devletlerin ve hatta devlet grupları­nın birbirleriyle ilişkilerini açıklamakta önemli ölçüde yetersiz­dir. Kanımca dış politikada bu türden faktörler, çıkar maksimizasyonu açı­sından bir yarar sağlayacakları, en azından negatif bir etkide bulunmaya­cakları durumlarda öne çıkartılabilmekte, fakat ülke çıkarlarına uymadığında da kolayca bir kenara bırakılabilmektedir.

Bu saptamaların ışığında, dünyada son onyılda belirginleşen etnik ve dinsel motivasyonlu hareketliliğin etkisini bir süre daha sürdüreceği, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın yanında Uzak Doğu/Pasifik bölgesinin de yeni bir güç odağı olarak daha da belirginleşeceği söylenebilir.

Siyasal yönetim biçimi anlamında ise kısa dönemde, Batı türü demokratik/çoğulcu sistemlere ve bu paraleldeki siyasal düşüncelere karşı ciddi bir alternatifin varlığın­dan söz etmek güçtür. En önemli rakip olan Sovyetler Birliği tipi sosyalizmin kendisi ve özellikle de “model” olma özelliği ortadan kalkmıştır. Üniformalı otoriter yönetimlerin prestijlerinin de giderek azal­dığı, toplumların dışa kapanmasının çok zor olduğu günümüzde, Batı türü demokratik/çoğulcu siyasal sistemlere yönelme eğilimin daha da belirginleşeceği düşünülebilir. Bu çerçevede, son yıllarda Latin Amerika ülkelerinin büyük bir bölümünün yönetim biçimlerinde ortaya çıkan Batı türü demokratik/çoğulcu siyasal sistemlere şu veya bu oranda yakın yeni örnekler, bu ülkelerin önemli bir bölümünde daha çok popülist nitelikli sol/sosyal demokrat siyasal düşünceye yakın siyasal iktidarların oluşmasını da beraberinde getirmiştir.

Bununla birlikte, günümüz dünyasında çoğulcu Batı demokrasilerinden esinlenen siyasal akımların önderliğindeki veya çok daha kendiliğinden gelişen özgürlük arayışlarının, siyasal iktidarı elde etmeleri halinde dahi, Batı toplumlarının yapısal ve davranışsal özelliklerinden çok farklı toplumların yer aldığı coğrafyalarda yönetim biçimleri olarak kök salmalarının çok da kolay olamayacağı hemen hatırlanmalıdır. Aslında günümüzde gerek yazılı ve görsel iletişimin ulaştığı boyutlar gerekse ulaştırma imkânlarında görülen büyük artışlar, toplumların birbirlerini daha kolay ve çabuk tanımalarına, bir tür “siyasal ve sosyal öğrenme” yoluyla “arzulanan”ı daha kolay içselleştirme yollarını bulmalarına imkân vermektedir. Bununla birlikte, yine de bu kolay bir süreç değildir. Nitekim, kanımca 2011 yılında Orta Doğu’da, Tunus, Mısır, Libya, Suriye vb. örneklerdeki halk hareketleriyle, mücadelelerle ivme kazanan “Arap Baharı” esintilerinin neler getireceğini [hatta belki de götüreceğini] görmek için nispeten uzunca bir zamana ihtiyaç olacaktır.