Savaş ve çatışmalarla dolu insanlık tarihine odaklanan akademisyenler için güvenlik gündemi, uzun yıllar öncesinde aralanan, her defasında yeni bir bakış açısıyla en başına dönüp okumaktan bıkmadığımız, üzerinde düşünmekten, konuşmaktan ve yazmaktan kendimizi alamadığımız uzun soluklu, eski bir başucu kitabına benzemektedir. Bu görüşe mesafeli durarak kavramı modern zamanların mercekleriyle değerlendirmeyi tercih eden akademisyenler ise, sistemik bilgi üretimine ve yeni dünyalar inşa etme kabiliyetine dikkat çekerek uluslararası ilişkiler disiplinindeki modern güvenlik çalışmalarını yürütmektedir. Aslında tüm hikâye güvenlik kavramının sınırlarının belirlenmesi ile başlamaktadır. Özellikle kargaşa ve belirsizliğin hâkim olduğu bu çağda güvenlik kavramının sınırlarını kimlik, kültür, küresel/bölgesel jeopolitik gibi alanları da kapsayacak şekilde genişletmek; belirsizliği, yönetilebilir riske çevirmek için kaçınılmaz gözükmektedir. Mehmet Akif Okur’un editörlüğünü üstlendiği, çeşitli yazarların kaleminden çıkan Güvenlik: Kargaşa ve Belirsizlik Çağından Nereye? adlı kitap, güvenlik kavramını bahsi geçen ihtiyacın bilincinde olarak yeniden yorumlamaktadır. Güvenlik alanında özgün çalışmaların eksikliğini hisseden yazarlar kitabın merkezine Türkiye’de hâlihazırda seyreden güvenlik meselelerini yerleştirmektedir. Bu bağlamda teorik düzlemde kurulan nedensellik bağı ve pratik düzlemde sunulan ufuk açıcı yeni yol haritalarıyla literatüre katkı sağlanması amaçlanmaktadır. Kitap ilk kez ele alındığında her bölümde farklı bir konunun anlatıldığını görmek; odak noktasında kayma, dilde bütünlüğün sağlanamaması gibi endişelere yol açsa da kitabın kurgusal bütünlüğü kısa sürede okuyucuyu içine çekmektedir.
Okur’un kaleminden çıkan “Güvenlik Çalışmaları, Büyük Kararlar ve ‘Dünyalar içindeki Dünyamız’: Tarihsel Kırılma Sürecinin Düşündürdükleri” adlı ilk makalede bugünün ve geleceğin yapılarını oluşturan güvenlik algısı ‘büyük kararlar, dünyalar ve tarihsel kırılma’ kavramlarından faydalanılarak incelenmektedir. Dünyanın çehresinin büyük kararlar almaya haiz aktörlerin tercihleriyle şekillendiği ileri sürülmektedir. Bu bağlamda insan güvenliği gibi merkezine insanı aldığı varsayılan alanlarda sınırları belirleyen kudret sahibi devletin etki düzeyinin; sınırları içselleştirmesi beklenen milletin ise, etkilenme düzeyinin ne olduğu sorularına yanıt aranmaktadır. Dünyalar arasında genel manada Batı dünyası ve Türk dünyası ayrımı yapılarak farklı tasavvurların farklı sonuçlar doğurmasının mümkün olup olmadığı tartışmaya açılmaktadır. Günümüzdeki gibi ‘nükleer güce sahip olan ile olmayan’ arasındaki fark kadar uçurum yaratan ve düzeni baştan aşağıya değiştiren kararlar kadar olmasa da tarihsel bağlamda Türk dünyasının askeri ve toplumsal manada dönüştürücü etkisi olduğu sonucuna varılmaktadır. Ayrıca jeopolitik, ekonomi ve anlam sistemleri alanlarında vuku bulan çok katmanlı krizlerin ve kurulan çok değişkenli ittifakların çekme-itme gerilimlerini arttırarak kriz öncesine dönüşü imkânsız kılacak tarihsel kırılmalara gebe olduğundan bahsedilmektedir. Nihayetinde gündemdeki güvenlik meseleleri üzerine verilen mücadelenin fikirler, kurumlar ve maddi şartların dönüşümüyle tüm dünya ile birlikte Türk ve Müslüman dünyanın da yeniden şekilleneceği ifade edilmektedir. Sosyal bilimlerin bilhassa güvenlik alanında doğacak ihtiyaçların tespitinde geç kalmayarak özgün bakış açıları geliştirmesi gerektiğinin altı çizilmektedir.
Muhammet Savaş Kafkasyalı’nın kaleminden çıkan “Güvenlik Kavramının Anlamı ve Uluslararası Sistem” adlı makalede güvenlik ve uluslararası sistem kavramları anlamsal ve ilişkisel bağlamda mercek altına alınmaktadır. Birey, toplum ya da devlet nezdinde uluslararası sistemden bağımsız olmak imkânsız olmasa da bir hayli meşakkatlidir. Mevcut sistemin değişmesi yönündeki düşüncenin güç ve iradeyle birleşmesi gerekmektedir. Bilhassa bilgi üretme ve yayma kapasitelerinin arttığı günümüzde ulus devletin çıkarları idealize edilerek, tek tipleştirilmekte; böylece evrensel güvenlik algısının inşa edilmesi mümkün hale gelmektedir. Bu bağlamda Kafkasyalı, savunma ve güvenlik politikaları oluşturulurken başkalarının menfaatine hizmet etmekten kaçınmak için sistemle kendi değerlerin arasında denge kurmak ve sisteme ayak uydurmak arasındaki farkın akılda tutulmasını salık vermektedir.
“Bireyden Devlete Varlıksal (Ontolojik) Güvenliğin Taşıyıcı Sütunu: Biyografik Hikâye” adlı makalede Kürşat Güç, aktörün güvenliğinin literatürde sıklıkla salt fiziksel güvenliğe indirgendiğini lakin aktörün kendine atfettiği sosyal değerlerin de güvenlik algısı üzerinde etkili olduğunu dile getirmektedir. İstikrarlı, rutinleşmiş, kolektif bir kimlik oluşturmak için dil ile belleğin üretme ve dönüştürme kabiliyetlerinden faydalanıldığına dikkat çekilmektedir. “Türklerin Varoluş Yolculuğunda İlk Adım: Devlet-Kimlik-Mekân” adlı makalede Gökberk Yücel, toplumun varlığını, sürekliliğini ve bütünlüğünü mekânla; mekânı ise, kültür havzası ve zamansal derinlikle ilişkilendirmektedir. Bu bağlamda Türklerde güvenliğin epistemolojik çerçevesini çizmektedir. “Zeytin Dalı Operasyonu ve Ontolojik Güvenlik” adlı makalenin yazarı Mustafa Onur Tetik’e göre devletlerin güvenlik algıları fiziksel bekasının yanı sıra milli kimliklerinin uzantısı olarak gördüğü coğrafyalardaki sorunlardan da etkilenmektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin Suriye özelinde izlediği güvenlik politikasını inceleyen Tetik, kimlik merkezli jeopolitik bir gerekçelendirme sunmaktadır. “Bir Kültür Jeopolitiği Olarak Hanefi Matüridilik-Selçukludan Cumhuriyete” adlı makalede Hilmi Demir, dinin birey bazında olduğu kadar devlet ve toplum bazında da güvenlik meselesi olduğunu dile getirmektedir. Dinin kültürel, siyasi ve askeri gücü, Joseph S. Nye Jr.’a atıftla toplumu etkileme kapasiteleri göz önüne alınarak Batınilik ile Matüridilik üzerinden değerlendirmeye tabi tutulmaktadır.
“İsrail Örneğinden Hareketle Uluslararası Güvenlik Değerlendirmelerinde Yeni Bir Kavram: Jeofobi” adlı makalede Soyalp Tamçelik, korkunun bir araya getirdiği bireylerin dayanışma ruhuyla devlet ve kolektif güvenliği tesis ettiğini dile getirmektedir. Bu bağlamda, mevcut egemenlik alanının korunamaması ya da hedeflenen egemenlik alanına ulaşılamaması halinde duyulan korkuyu ifade etmek için jeofobi kavramına başvurulmaktadır. İsrail’deki toplumsal dayanışmanın kaynağı olarak öteki olarak inşa edilen ortak düşman işaret edilmektedir. Bunun güç ve iktidar sahipleri tarafından kitleleri etkilemek için başvurulan yöntemlerden biri olduğu dile getirilirken Michael Foucault ve Teun Adrianus von Dijk’in söylem tekniklerinden, Louis Althusser’in ideolojik aygıtından ve Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramından faydalanılmaktadır. “Türkiye-İsrail İlişkilerinde Yeni Toplumsal Güvenlik Parametreleri ve Türkiye’nin Kudüs’teki Etkinliğine Genel Bir Bakış” adlı makalede Selim Han Yeniacun, Kudüs meselesinde Türkiye ve Filistin’in ortak manevi değerler neticesinde güvenlik kaygılarının kesiştiğini; Türkiye’nin TİKA, YEE kamu diplomasisi unsurlarını devreye sokarak yumuşak gücünün etki alanını genişletme yöntemine başvurduğunu dile getirmektedir. Bahsi geçen etkiyi ölçmek için son bir yılda Türkiye ve İsrail medyasında çıkan haberleri inceleyen Yeniacun, bölgenin çift taraflı etkileşime açık hale geldiği sonucuna ulaşmaktadır.
“Kasvetli Bilimin Titreyen Işığında Ufuk Turu” adlı makalede İzzet Sarı, ekonominin sınırlarını çizerken çok değişkenli yapısını da göz önünde bulundurmaktadır. Bu bağlamda Türkiye’yi gözeterek, yakın zamanda gerçekleşen ya da gerçekleşmesi beklenen meseleleri, kapitalist sisteme ve krizlerine atıfta bulunarak ele almaktadır. “Enerji Güvenliği Artzamanlı ve Eşzamanlı Yaklaşım” adlı makalede Süleyman Orhun Altıparmak, zaman içerisinde enerjiye ihtiyaç duyulan alanların çeşitlendiğini ve aynı oranda artan bağımlılıkla birlikte ortaya çıkan enerji güvenliği endişesiyle devletler arasındaki güç mücadelesinin şiddetlendiğini dile getirmektedir. Tarihsel kesitler sunarak bu alanda strateji üretilmesi gerektiğinin altını çizmektedir. “Türkiye’nin Güvenliğinde Enerji” adlı makalede Serdar Gürüzümcü, enerji ihtiyacının artmasıyla birlikte önemli hale gelen güvenliği meselesini Türkiye özelinde değerlendirmektedir. “Türk-Rus İlişkilerinde Güvenlik için Güvensizlik: Vize Rejimi” adlı makalede Ali Emre Sucu, Türkiye ve Rusya arasında stratejik ortaklık denebilecek seviyedeki ilişkinin 2015 ve 2017 yıllarında geçirdiği krizlerin ardından normalleşme sürecine girse de özünde karşılıklı çıkarlara dayalı ve güvensizliğe dayalı bir yapısı olduğunu ifade etmektedir.
Toparlayacak olursak kitabın genelinde post-yapısalcı bir tutum hâkimdir. Güvenlik politikalarının, bireyin ve devletin mevcudiyetlerinin korunması ya da sürdürülmesi için zaman içerisinde çeşitlenen güvenlik ihtiyaçları doğrultusunda oluştuğunun altı çizilmektedir. Öyle ki güvenliğin tanımı kimlik, aidiyet, jeopolitik kültürün yanı sıra dil, bellek, kolektif hafızayı da kapsayacak şekilde genişletilmektedir. Bu bağlamda özellikle dile hem sosyal dünyada gerçekleşenleri yansıttığı hem de gerçekliği inşa ettiği çift taraflı bir misyon yüklenmektedir. Unutulmamalı ki istikrarla ve yoğun bir şekilde tekrarlanması fikirlerin ve kimliklerin toplumlar tarafından benimsenmesi; bu da alternatif dış politika söylemlerinin sınırlanması anlamına gelmektedir. O halde bir toplumun kaderine müdahale etmek anlamına gelen inşa sürecinde farklı iktidarlar arasında güç mücadelesi yaşanması ve araştırmacıların bu tartışmalara ilgi göstermesi kaçınılmaz gözükmektedir.