2013 yılında Kuşak ve Yol Girişimi’nin Çin Devlet Başkanı Xi Jinping tarafından duyurulmasıyla birlikte her geçen gün dış politikasında ‘düşük profile sahip olma’ anlayışını terk ettiği görünen Çin devleti, yeni ‘süper güç’ veya ‘hegemon’ kavramları etrafında uluslararası ilişkiler disiplini başta olmak üzere birçok alanın akademik yazınında geniş yer bulmaya başladı. Türkiye’deki Çin çalışmalarına ve ilgili akademik literatüre katkı yapması beklenen, Mustafa Yağcı ve Caner Bakır’ın editörlüğünü yaptığı “Çin Bilmecesi: Çin’in Ekonomik Yükselişi, Uluslararası İlişkilerde Dönüşüm ve Türkiye” adlı on bölümden oluşan eserin ilk baskısı Koç Üniversitesi Yayınları tarafından 2019 yılında çıktı. Çin’in ekonomik kalkınma hamlesi ve dış politika girişimlerini her bölümünde Türkiye’ye de bir parantez açarak tarihsel ve stratejik bağlamda ele almayı amaçlayan eser, uluslararası ilişkiler alanının yanı sıra ekonomi, sosyoloji, sinoloji ve diplomasi gibi farklı alanlardan gelen akademisyenler tarafından ele alınmaktadır. Kitabın genel içeriğine bakıldığında, 1949 yılında Mao’nun Komünist devrimi ile başlayan reform sürecinin ekonomik dayanaklarını sosyalist kalkınma tecrübesi ışığında açıklayan eser, daha sonra 1978 yılında iktidara gelen Deng Xiaoping’in açılım ve finans atılımları ile devam ediyor. Bu ekonomik ve finansal atılımın küresel çapta etkilerini incelemeyi amaçlayan diğer bölümler aynı zamanda Kuşak ve Yol Girişimi, Amerika ve Çin arasındaki ticaret savaşı, küresel ticaret, Çin dış politikası ve küresel düzenin yapısı gibi konular özelinde okuyucuyu aydınlatmayı hedefliyor.
Eser, her bölümü kendi alanında uzman akademisyenler tarafından kaleme alındığı için son zamanlarda gerek yazılı gerek görsel mecrada hakkında çok fazla eksik veya çarpıtma odaklı içeriğin bulunduğu küresel sistemin önemli aktörü Çin hakkındaki yazına ciddi katkı sağlama iddiasındadır. Ancak bazı öne çıkan Çin’in hızlı ekonomik büyümesiyle ilgili istatistikler, Çin’in liberal ekonomiye adım atmasının ardındaki gerekçeler gibi konular bölümlerin birçoğunda tekrarlanmış. Ayrıca kitabın başlığında ve hemen hemen her bölümün son kısmında yer almasından dolayı üzerine uzun ve kapsamlı atıfların yapılacağını düşündüren Türkiye konusu, beşinci, altıncı, yedinci ve dokuzuncu bölümler dışında çok zayıf bir şekilde işlenmiş. Bunun sebebi, aralarında başta tarihsel süreç, devasa ekonomik, siyasi ve askeri materyal güç farkı, uyumsuz devlet kapasitesi ve yönetim şekli gibi çok farklı faktörlerin bulunduğu iki aktörün karşılaştırılmasının sadece yarım veya bir sayfaya sığdırılmaya çalışıldığı için meydana gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
1978 sonrası açılım ve reform sürecinin kökenlerinin yoğun olarak Mao döneminde ülkenin öz kaynaklarıyla atılan tarımın kolektifleşmesi politikasında yattığını savunan birinci bölümün temel savını 1949’dan günümüze kadar Çin’de yaşanan dönüşümün kapitalist olmayan bir sistemden devlet kapitalizmine geçiş fikri oluşturmaktadır. Çin’in kalkınmasına yönelik literatürdeki hâkim görüşleri mukayese ederek kendi argümanını derin bir tarihsel perspektif, detaylı bir araştırma ve tutarlı analizlerle destekleyen bu bölüm, Deng ve sonrası Çin mucizesinin temellerinin birçok eksikliğe rağmen Mao döneminde atılan adımlar olduğunu iddia etmektedir. Birinci bölüme benzer bir özenle kaleme alınmış, birçok kavramsal noktaya atıf yapan ve kitabın neredeyse tek teorik ve uluslararası ilişkiler merkezli çalışması diyebileceğimiz bir diğer bölüm ise Xi Jinping ile birlikte uluslararası ilişkilerinde artık pro-aktif bir politika izlemeye başlayan Çin’in ciddi ölçüde artan ekonomik, siyasi ve askeri materyal gücüne rağmen uluslararası sistemi etkileme kapasitesinin sınırlı olacağını savunan onuncu bölümdür. Bölümün bazı alt başlıkları genel kapsamdan biraz kopuk görünse de Çin’in uluslararası alandaki yükselişi için neden K.J. Holsti’nin ‘güç-etki’ kuramının güç geçişi teorisine tercih edildiğinin gerekçelerini başarılı bir şekilde vermiştir.
Birçok akademisyen Çin’in yaklaşık 40 yıldan beri süregelen ekonomik büyümesini, para birimi yuan’ın daha geniş bir kullanım alanı ile sermayenin daha etkin ve verimli kullanılması gibi bir takım finans sektöründeki atılımlar ile desteklemesi gerektiğini belirtiyor. Bu bağlamda, Çin’in bankacılık ve borsa sektörlerinde attığı kurumsal adımları inceleyen ikinci bölüm, Çin’in Dünya Ticaret Örgütü kurallarına uyması, yabancı firmalara eskiye nazaran daha fazla imtiyaz tanıması ve borsalar arasındaki bağları güçlendirmesi gibi olumlu hamlelerine rağmen birtakım iç ve dış faktörlerden dolayı kendisinden beklenen finansal reformları hayata geçiremediğini iddia ediyor. Bu bölüm ile birlikte Çin’in orta gelir tuzağından kurtulmak için yüksek teknoloji sanayilerine yatırım yapması ve yenilikçi sektörlere yönelmesi gerektiğini savunan üçüncü bölüm kitabın iktisat disiplinine başvuran bölümleri olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye ve diğer gelişmiş ülkelerle mukayesenin aynı zamanda en zayıf olarak işlendiği bu bölümler, ziyadesiyle teknik detay barındırdığı için iktisat veya uluslararası politik ekonomiye ilgili okurlar haricindeki kitleye çok fazla hitap etmemektedir.
2008 borç krizinden Batılı devletlere kıyasla nispeten daha az etkilenen Çin’in bu performansı küresel bir merak uyandırdı. Çin modelinin diğer ülkeler nezdinde içerdiği birtakım kurallar bütünü olarak tanımlanabilecek Pekin Uzlaşısı, serbest ticaret ve piyasa ile özelleştirme merkezli Washington Uzlaşısına bir rakip olarak yükselişini sürdürdü. Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi’ni duyurmasının ardından bu projede yer alan ülkelere yapılacak olan yatırımlar, finansman ve teknik yardımların çerçevesi ise genel olarak bu uzlaşı etrafında çizildi. Dördüncü bölüm, bu uzlaşılar hakkında çok kapsamlı ve karşılaştırmalı bir analiz ortaya çıkarmasına rağmen bunların ülkeler bazında uygulamalarına yer vermeyerek literatürdeki önemli bir boşluğu doldurma fırsatını kaçırmaktadır. Kuşak ve Yol Girişimi’nin genel bir çerçevesini çizen beşinci bölümün ise disiplinde projeler, projelerin potansiyel risk ve fırsatları gibi sıklıkla atıf yapılan konuların dışına çok fazla çıkamadığı görülmektedir. Ancak girişimin Avrupa ayağının hangi durumda Türkiye üzerinden geçeceği veya hangi alternatif yollar üzerinden Türkiye’yi by-pass edeceği, bunun ortaya çıkaracağı olası fırsatları/riskleri farklı açılardan sunması çalışmaya önemli bir katkı sağlıyor.
Kitabın belki de en sade bölümlerini, Türkiye ve Çin arasındaki ticaretin tarihsel seyrini, boyutlarını ve Türkiye’deki Çin yatırımlarını okuyucuya aktaran altıncı bölüm ile yaşamının önemli bir kısmını Çin’de geçirmiş bir Türk olan Noyan Rona’nın çok nadide ve bilinmedik Çin kaynaklarından Türkiye hakkında derlediği bilgiler ve kendi tecrübelerini içeren yedinci bölüm oluşturmaktadır. Kendi alanlarında çok detaylı bir külliyat içeren bu bölümler, her türden okuyucunun ilgisini çekmeyecek olsa da ortaya konan araştırmanın boyutları övgüye değerdir.
Çin’in dışarıdan ‘parti devleti’ şeklindeki yapısı, ekonomik liberalizmi harfiyen uygularken iç siyasi sisteminde Leninist bir örgütlenmenin emarelerini sürdürmesi bu devletin dış politika karar alma süreci hakkında soru işaretleri barındırmaktadır. Bu sorulara cevap niteliğindeki sekizinci ve dokuzuncu bölümlerden ilki, Çin dış politikasının tarihi kaynaklarını, bu kaynakların geleneksel olarak atfedilen parti, devlet ve ordu gibi aktörlerden nasıl şirketler, bürokrasi ve medya gibi yeni kurumsal bir yapıya dönüştüğü üzerinde dururken; dokuzuncu bölüm, Çin’in ikili ilişkilerini realizm, liberalizm ve inşacılık bakış açıları çerçevesinde inceleme iddiasındadır. Sekizinci bölümü klasik Çin dış politikası aktör ve kurumları yazınından ayıran tek fark, Çin dış politikasının İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yazarın seçtiği üç büyük jeopolitik dönüşüm (SSCB’nin dağılması ve sistemin tek kutuplu yapıya dönüşümü, sermayenin Asya kıtasına kayması ve 2008 finansal krizi) karşısında sırasıyla Çin’in izlediği pragmatist ve ılımlı bir dış politika, Çin’in diğer Asya ülkelerine nazaran daha yavaş bir kalkınma modeli izlemesi, ve aktif ve dinamik bir dış politikaya dönmesi üzerine yaptığı çıkarımlar sayılabilir. Son olarak, dokuzuncu bölüm, Çin dış politikasını zayıf teorik altyapısına rağmen Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren uluslararası sistemin ihtiyaçlarına yönelik düşünsel ve uygulama temelinde ne şekilde dönüştüğünü irdelemektedir.
Eserde yapılan analizler çok genel hatlara sahip olduğu için Çin hakkında akademik düzeyde yetersiz olduğunu düşünen genel bir okuyucu kitlesine hitap etmektedir. Bölümlerin içerikleri birbirlerini takip eder nitelikte olup bazı temel çıkarımların ve bilgilerin farklı bölümlerde tekrarlanması okuyucuyu kitaptan uzaklaştırabilir. Birkaç bölüm Türkiye ile ilgili çıkarımlara yetersiz önem verdiğinden ötürü bölümlerin genel argümanıyla bu kısım arasında okuyucunun dikkatini çeken bağlantısızlıklar meydana geliyor. Ancak genel itibariyle, ele aldığı konuların kapsamı, akademisyenlerin kendi alanlarında verdikleri yoğun bilgi akışları ve yapılan detaylı araştırmalar Çin gibi giderek önemi artan uluslararası bir aktör hakkında eserin Türkçe literatüre önemli katkı sağlayacağını gösteriyor.