Türkiye ve Oniki Ada (1912-1947), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2019, ISBN: 6052959671, ss. 288

Oniki Ada konusu bugün dahi hem tarihi tartışmalarda hem de dış politikadaki güncel gelişmeler neticesinde ele alınmaya devam etmektedir. Fakat konu ile ilgili yapılan değerlendirmelerin neredeyse tamamı konuyu özünden saptırmaktadır. Çoğunlukla siyasi saikler çerçevesinde yapılan bu değerlendirmeler konunun objektif bir şekilde ele alınmasını engelleyen önemli bir sebeptir.

Bu bağlamda, incelemeye konu olan kitabın yazarı Dr. Hazal Papuççular’ın Oniki Ada ile ilgili yazmış oldukları konunun objektif temellere dayandırılmasını sağlayacak niteliktedir. Pabuççular, Türkiye ve Oniki Ada kitabında 1912 ile 1947 yılları arasını kapsayan süreçte Oniki Ada’nın hangi anlaşmalar ve süreçler içerisinde değerlendirildiğini objektif bir dille anlatmaktadır. Pabuççular, kitaptaki bulgularını arşiv çalışmalarına dayandırmakta ve bu özellikle siyasi tarih çalışan Uluslararası İlişkiler akademisyenleri açısından özgün bir yaklaşımdır. Bu bağlamda Pabuççular kitabın anlatısını İtalya, İngiltere ve Türkiye gibi ülkelerin arşivlerinde yaptığı çalışmalar neticesinde ortaya koyduğu bulgulara dayandırmaktadır.

Kitabın ampirik bulgularından öte ortaya koyduğu genel argümanı şu şekilde özetlenebilir: tarihi olayları değerlendirirken incelenen olayı dönemin koşullardan bağımsız bir şekilde değerlendirmek olayın özünün anlaşılmasını zorlaştırır. İşte Pabuççular, anlatısını bu çerçevede kurmaya çalışmış ve Oniki Ada meselesini dönemin çekişmeleri ışığında ele almıştır. Kitabın ampirik değerlendirmelerine bakıldığında öncelikle kronoloji seçiminin aydınlatılması yerinde olacaktır. 1912 yılının başlangıç tarihi olarak seçilmesinde Oniki Ada’nın hem tarih hem Türk dış politikası açısından uzun dönemli sonuçlarının miladı olduğu belirtilmektedir. Bu hususta, Uşi Anlaşması ile başlayan Oniki Ada tartışmaları 1947’ye kadarki 35 yıllık süreçte çeşitli şekillerde gündem maddesi olmuştur. Papuççular bu noktadan hareketle incelemiş olduğu tarih aralığında Oniki Ada konusunu dönemin şartları içerisinde değerlendirirken Türk devlet adamlarının içerisinde olduğu siyasi konjonktürü çok iyi analiz etmiş ve kitabında tarihi ve siyasi referansların yanı sıra Türkiye’nin olayı askeri strateji olarak ele almış olduğunu da belirterek konu ile ilgili farklı bir bakış açısı sunmuştur.

Yukarıda da belirtildiği gibi tarihi olayları dönemin şartları içerisinde değerlendirme anlayışına sadık kalarak yazar Türk devlet adamlarının Oniki Ada konusundaki temkinli yaklaşımlarını Türkiye’nin 1923’den itibaren etkisi artarak hissedilen İtalya’nın “Mare Nostrum” yani Akdeniz’i bir İtalyan denizi gibi gören politikasıyla bağlantılı olarak değerlendirilmiş ve bu doğrultuda Türk dış politikasında belli başlı olayların da esasında İtalya’nın Oniki Ada üzerindeki emelleriyle bağlantılı olduğunu gözler önüne sermiştir. Bu sebepten ötürü, Papuççular kitabında Oniki Ada konusunu irdelerken, okurların olayları incelerken geniş bir bakış açısından bakabilmesine de katkıda bulunmaktadır. Ayrıca kitabın incelediği dönemin uluslararası konjonktüründe Türkiye’nin tehdit algısı ile işbirliğine gittiği ülkelerin tehdit algısı arasında farklılıklar mevcuttur. Günümüzde de buna benzer farklılıkların olduğu dikkate alındığında Hazal Papuççular okuyucuya aynı zamanda geçmiş ile bugün arasında benzerlikler kurabilmesinde de yardımcı olmaktadır.

Adaların haritalarıyla ve Türkçe, İtalyanca ve Yunanca isimlerini sunan kitap altı ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde adaların tarihteki rolüne ışık tutan kitap Osmanlı öncesinin özetini vermektedir. Daha sonra Osmanlı İmparatorluğu Dönemi ve İtalya’nın işgaliyle sonuçlanan süreci kavramamızı sağlayan bu bölüm Uşi Antlaşması’nın maddeleri üzerinde durarak Oniki Ada’nın hukuki statüsünü açıklamaktadır. Lozan Antlaşması’na kadar giden süreçte olayların gidişatında başka hangi faktörlerinde rol oynadığını açıklayan adanın hukuki statüsünü gizli ya da açık antlaşmaları inceleyerek bir bütünlük içerisinde sunmaktadır.

İkinci bölümde ise Cumhuriyet’in ilanından 1927 yılına kadarki süreç incelenmiştir. Bu dönemde yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti devletinin iç ve dış politikaları incelenerek ortaya çıkan İtalya tehdidi karşısında kurucu kadronun bu gerçeklik karşısında sergilemiş olduğu reaksiyonlar incelenmiştir. Papuççular bu hususta Türk dış politikasında o dönemde önem arz eden Musul Sorunu ile Oniki Ada arasında bir bağlantılı kurarak bizlere geniş bir bakış açısı kazandırmaktadır.

Üçüncü bölümde 1927 ile 1933 arasındaki dönemi inceleyen yazar, bu dönemde uluslararası alanda etkisini iyice hissettiren revizyonist kampın tehditlerine karşı Türk dış politikasının yöneldiği diplomatik girişimleri incelemiştir. Yine bu dönemde kaleme alınmış protokolleri inceleyen yazar, geçmişte yapılan uygulamaların hukuki incelemesini yaparak bazı noktalarda bugüne de ışık tutmaktadır.

Dördüncü bölümde 1933 sonrası dönemin artık yeni bir dünya savaşının ayak seslerinin iyice yükselmesiyle Türk dış politikasının savunma refleksleri üzerinde durulmaktadır. Mussoli’nin bazı konuşmalarından örnekler sunarak Papuççular bu dönemde Türkiye’nin Avrupalı diğer ülkelerin aksine İtalya’yı neden birinci tehdit olarak gördüğünü açıklamaktadır. Özellikle İtalya’nın Habeşistan işgalinin Montreux Antlaşması’na nasıl zemin teşkil ettiğini açıklayan yazar Lozan’dan miras kalan Hatay Meselesi’nin de bu dönemde İtalya ve onun adalar üzerindeki faaliyetleri bir bağlantı kurarak, dönemin savunma ve dış politika stratejilerini detaylı bir şekilde analiz etmiştir.

Beşinci bölüm İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Türk dış politikası kapsamaktadır. Bu doğrultuda, İtalya’nın Arnavutluk’u işgali sonrasında Türk politika yapıcılarının hangi koşullar altında savunma ve dış politika stratejileri benimsediği gösteren yazar esas hedefin değişmeksizin savaşın dışında kalmak olduğunun altını çizmektedir. Dönemin Türk siyasetçileri esas hedeflerinden şaşmamış ve yazarın çeşitli belgelerle gösterdiği üzere birçok farklı etkeni hesaba katmışlardır. Öte yandan bu bölümde Dr. Hazal Papuççular savaşın insani yönünde de durarak Adalılar tarafından Türk Schindler olarak adlandırılan Başkonsolos Selahattin Ülkümen’i de anarak savaşın diğer bir boyutuna odaklanmıştır.

Son bölüm ise savaşın ortaya çıkardığı koşulların Türkiye’nin Oniki Ada’ya yönelik izlediği siyasetine odaklanmaktadır. Savaşan tarafların hem adalara hem de Türkiye’ye yönelik bakışını inceleyen yazar savaş sırasında Türkiye’ye yapılan tekliflerin belgeler ile muğlaklığını ortaya koymaktadır ve inşa edilen “Oniki Ada bizim olabilirdi” söyleminin de aslında ne kadar gerçek dışı olduğunu göstermektedir. Bunun yanında değişen dengeler ile Türkiye’nin de önceliklerinin değiştiğini belirtmektedir. Bu konuda, Oniki Ada’nın geleceğine ilişkin kararların savaşın bitimine doğru galip devletlerin kararlarıyla şekillenmesi ve bu dönemde Türkiye’nin Sovyetler tehdidiyle karşılaşması esasında Türkiye’nin farklı bir siyaseti takip etmesine neden olmuştur.

Sonuç olarak, Hazal Papuççular’ın tarihi belgeler ışığında izini sürdüğü Oniki Ada konusu Türkiye’nin o dönem içinde bulunmuş olduğu koşulları gözardı ederek değerlendirilemez. Tarihi o dönemin şartları içerisinde değerlendirme anlayışına bağlı kalarak yazar esasında Oniki Ada konusunda Türkiye’nin varoluşsal tehditler ile karşı karşıya kaldığı bir dönemde yapabilecek pek fazla bir alternatifi olmadığını göstermektedir.