Tarih, akademik bir disiplin olarak 19. yüzyılda kurumsallaştığında odak noktasını liderler, devletler ve özellikle devletlerarası ilişkiler oluşturuyordu. Rankeci tarih anlayışı olarak incelediğimiz ve aynı zamanda siyasi tarih olarak da adlandırdığımız bu tarihyazımı, üzerinden geçen neredeyse iki yüzyıllık dönemde çokça değişikliğe uğradı. Günümüzde, siyasi tarihin “yeni siyasi tarih” ya da “yeni diplomasi tarihi” olarak adlandırılacak kadar değişime uğradığı varsayılıyor. Bu yazıda, siyasi tarihin geçirdiği önemli kavramsal dönüşümleri, bugün geçmişe kıyasla daha farklı bir niteliğe bürünen yeni siyasi tarihin ne olduğunu ve eleştirildiği noktaları, siyasi tarihin siyaset bilimi/uluslararası ilişkiler disiplini ile arasındaki ilişkiyi ve son olarak da alanın Türkiye’deki durumunu analiz edeceğim.

Siyasi tarihin, Türkiye ve dünyada farklı isimler altında çalışılıyor oluşu, öncelikle kavramın açıklanmasını gerektiriyor. Bu yazıda siyasi tarih, ülkemizde birçok siyaset bilimi/uluslararası ilişkiler bölümlerinde mevcut bulunan anabilim dalının anlamıyla, yani uluslararası ilişkilerin tarihi olarak ele alınmaktadır. Bu bağlamda direkt çevirisi political history olsa bile, siyasi tarihin bizim kullandığımız anlamındaki İngilizce isimlerinden biri diplomatic history’dir (bu konudaki kavram karmaşası için bkz: Kürkçüoğlu, 2006). Akademik anlamda diplomasi tarihinin kökleri Rönesans Avrupa’sında aranabilmekle beraber, alana asıl ivmeyi kazandıran 19. yüzyıl olmuştur. Bu yüzyılda modern devlet daha çok arşive erişim sağlamış, artan devrimci ve milliyetçi hareketler tarihçilere ülkelerinin uluslararası politikadaki yerini analiz etmek gibi bir misyon yüklemiştir (Schweizer & Schumann, 2008). Yani belgelere dayalı ve kurallara bağlı yapılacak bilimsel tarihçilik (ve diplomasi tarihi), aynı zamanda siyasi bir hedefe de sahiptir (Iggers 2000).

İçeriğinde genellikle ulusal öğeler barındıran diplomasi tarihi, Birinci Dünya Savaşı ile bir dönüşüm geçirdi. Özellikle Britanya’da bir grup akademisyen, ulusal diplomasi anlatılarından çok savaşın sebeplerini araştırmaya başladı. Tek bir ülkenin arşivine bağlı kalmadan, savaşın sebeplerini ve barışın koşullarını ulusların dış politikalarına ek olarak ekonomik düzenlerine, aynı zamanda uluslararası sisteme de bakarak analiz etmeye çalışan bu tarih diplomasi tarihinden ziyade uluslararası tarih (international history) olarak adlandırılmaya başlandı (Maiolo 2018). Günümüzde alan küresel ölçekte bu şekilde adlandırılmaktadır. Bu yazıda kullanılan siyasi tarihin ise hem daha geleneksel diplomasi tarihi hem de daha geniş kapsamlı uluslararası tarih için kullanıldığının altı çizilmelidir.

Tarihçiler, 21. yüzyılda siyasi tarihin önemli bir dönüşümden geçtiğini düşünmekte ve alan için yeni diplomasi tarihi ya da yeni uluslararası tarih gibi isimler kullanmaktadırlar. Gerçekten de yapılan çalışmalarda uygulanan yeni yaklaşımlar siyasi tarihin dönüştüğünü göstermektedir. Fakat Del Pero ve Formigoni’nin (2017) de belirttiği gibi bu, disiplinde ilk kez gerçekleşen bir durum da değildir. Zira siyasi tarih içeriği ve yöntemi sebebiyle 20. yüzyılın başından beri ağır eleştirilere maruz kalmış, hem bu nedenle hem de tarihyazımındaki paradigmatik değişikliklerin etkisiyle pek çok değişikliğe uğramıştır. Bir başka deyişle, siyasi tarih statik bir alan olmamıştır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yükselen iktisadi ve toplumsal tarih, siyasi tarih çalışmalarının göz ardı edemediği alanlar olmuştur. Siyasi tarihin temel öznesi devlet ve konusu uluslararası politika olarak kalsa da demografik, coğrafi ve ekonomik faktörlerin karar alıcıların görmezden gelemeyeceği meseleler olduğu kabul edilmiştir.

Siyasi tarihin 21. yüzyılda geçirdiği dönüşüm ise iki farklı koldan beslenmektedir. Bunlardan bir tanesi kültür çalışmalarının yükselişiyle ilgilidir. 1970’lerden sonra tarih anlatısı büyük toplumsal yapılardan sıradan insanlara ve kültüre doğru bir kayış yaşadı. Böylece disiplinde mikro tarih, cinsiyet ve madun çalışmaları önem kazandı (Iggers 2000). Tarihyazımındaki bu dönüşümün siyasi tarihe yansıması daha sonra olmak üzere birkaç şekilde kendini gösterdi. Bunlardan bir tanesi şüphesiz kültür diplomasisi üzerine yapılan çalışmaların artışıydı. Özellikle Soğuk Savaş’a dair yazını ciddi bir biçimde etkileyen kültürel diplomasi çalışmaları iki süper gücün ideolojik ve kültürel yarışını göstermesi açsından oldukça önemlidir (Reynolds 2006). Kültürel diplomasinin dışında, kültür çalışmalarının siyasi tarihe yaptığı en önemli katkı alanın toplumsal cinsiyet perspektifinden giderek artan şekilde yararlanması olmuştur. Kadınların diplomatik görevlerini ve uluslararası siyasette karar alıcı mekanizmalardaki işlevlerini tarih anlatısına yerleştiren çalışmaların sayısı giderek artmaktadır (Aggestam & Towns 2019).  Üstelik kadınların dış politikada etkin oldukları 20. yüzyıla ek olarak, formel diplomasi mekanizmasının içinde olmadıkları fakat ülkeler arası ilişkilerde çeşitli roller üstlendikleri daha erken dönemler de günümüzde mercek altındadır (Aggestam & Towns 2019).

Kültürcü bakış açısının siyasi tarihe bir diğer etkisi ise kolektif hafıza çalışmalarının dış politika tarihi literatürüne eklemlenmesidir.  Bir ülkenin ya da topluluğun kimliğini oluşturmada önemli bir etken olarak kabul edilen kolektif hafızanın dış politika yapımı ile siyasi, iktisadi ve askerî güç kullanımına ne derece etki ettiği siyasi tarih için henüz gelişime muhtaç ancak verimli bir çalışma konusu olarak görülmektedir (Finney 2014). Finney’e (2014) göre, kolektif hafıza çalışmaları siyasi tarihle kıyaslandığında şimdilik uluslararası ilişkiler disiplini ile daha yakın bir ilişki içinde görünmektedir, zira uluslararası ilişkiler kavramsal ve teorik tartışmalar konusunda siyasi tarihten çok daha başarılıdır. Fakat yine de alan, özellikle devletlerin dış politika yapımının tarihsel analoji, siyasi kültür ve toplumsal kimliklerle açıklanabilmesi gibi yeni birtakım yaklaşımlar sunması açısından siyasi tarih için önemli görülmektedir.

21. yüzyılda siyasi tarihi kültür çalışmaları kadar – hatta belki de kültür çalışmalarından daha etkin bir biçimde – dönüştüren şey ise ulusötesi tarihin (transnational history) yükselişi olmuştur. Ulusötesi yaklaşımın en önemli isimlerinden biri olan Iriye (2013) küresel tarih (global history) ve farklılıkları olmasına rağmen genelde aynı anlamda kullanılan ulusötesi tarihin ulus-devlet sınırlarını aşarak birbiriyle bağlantılı konuları analiz ettiğini söylemektedir. Aynı şekilde bu yaklaşımın, dünya tarihinin (world history) Avrupa merkezli yönelimini de değiştirdiği iddia edilmektedir. Ulusötesi kavramı tarih disiplinini olduğu kadar uluslararası ilişkiler literatürünü de önemli ölçüde etkilemiştir. Aslında kavramın uluslararası ilişkiler açısından ele alınışı 1970’lere kadar gitmektedir (bkz. Nye & Keohane 1971). Ancak 21. yüzyıldaki “ulusötesi” yükseliş tarih çalışmalarını olduğu gibi uluslararası ilişkiler literatürünü de 20. yüzyıldakinden daha fazla etkilemiştir. Bu bağlamda, hem tarih disiplinindeki ulus-devlet sınırlarını aşan yönelim hem de uluslararası ilişkiler disiplinindeki devlet dışı aktörleri (transnational actors) ve devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkilerdeki etkinliğini (transnational relations) de içeren kavramsallaştırma, 21. yüzyılda siyasi tarihin çehresini büyük ölçüde değiştirmeye başlamıştır. Örneğin 2011’de kurulan New Diplomatic History (bkz: https://newdiplomatichistory.org/) gibi oluşumlar, hedeflerini hem kültür tarihinin getirilerini diplomasi tarihinin bir parçası yapmak hem de diplomasideki devlet dışı aktörleri küresel, uluslararası ve ulusötesi tarihe eklemek şeklinde açıklamaktadır. Bu anlayış, bu yazıda belirtilen, kültürcülüğün ve ulusötesiciliğin Siyasi Tarih’e “yeni” bir anlayış getirdiği savını da desteklemektedir.

Ulusötesi siyasi tarih çeşitli şekillerde çalışılmaktadır. Örneğin, günümüzde çok uluslu şirketlerin uluslararası politikadaki etkisi nasıl tartışılıyorsa, 19 ve 20. yüzyılda da tüccarların, aracıların, şirketlerin, finans kurumlarının diplomasi yürütme şekli de aynı şekilde yeni siyasi tarih çerçevesinde yazılmaktadır (örnek bir çalışma için bkz. Alloul 2017). Benzer şekilde yeni siyasi tarihte devletlerarası ilişkiler kadar, küresel yönetişim teması da enternasyonalizm çerçevesinde incelenmektedir. (örnek için bkz. Gorman 2012). Kısacası siyasi tarihin analiz birimi artık sadece ulus-devlet sınırları ya da devlet kurumu değildir.

Siyasi tarih kuşkusuz tüm bu dönüşümle zenginleşmektedir. Ancak, yeni siyasi tarih ile ilgili dikkat çekilmesi gereken önemli birkaç husus da bulunmaktadır. Uluslararası siyasetin günümüzde olduğu gibi geçmişte de devlet biriminden daha karmaşık bir düzlemde tezahür ettiğinin kabul edilmesi çok yönlü çalışmaları beraberinde getirse de, devlet bu anlatıda “baki” kalmıştır (Del Pero & Formigoni 2017). Bu bağlamda siyasi tarihi tam olarak “ulusötesileştirmek” mümkün ya da yararlı görünmemektedir. Zaten Maiolo (2018) da haklı bir biçimde siyasi tarihin tanımının ve sınırlarının iyi belirlenmesi gerektiğini, alanın küresel ya da ulusötesi tarih olmadığını, günün sonunda savaş, barış ve dış politikaya odaklandığını belirtmektedir. Buna ek olarak, kültürel temelde yapılan siyasi tarihin de makro ve mikro arasında iyi bir denge kurması gerektiğinin altı çizilmektedir (Del Pero & Formigoni 2017). Zira hedef alınan dönemi iyi aktaramayan mikro çalışmalar ya da güç gibi kavramları görmezden gelen değişmez bir kültürcü yaklaşımın sorunlu bir siyasi tarih anlatısı olacağı aşikârdır.

Tüm bu eleştirilere rağmen siyasi tarih, yukarıda da belirttiğim gibi, eskisinden çok daha zengin ve dinamik bir hâle gelmiştir. Bu dönüşümün bir başka sonucu da dar bir çerçeveden kurtulacak siyasi tarihin, daha interdisipliner bir hâle gelmesidir. Örneğin, kolektif hafıza ile birlikte çalışılacak bir siyasi tarih, bu şekilde sosyoloji ile de iletişim kuracaktır. Bu açıdan bakıldığında, siyasi tarihin dönüşümünün belki de en önemli sonuçlarından biri uluslararası ilişkiler disiplini ile kuracağı daha nitelikli bağ olacaktır. Hobson ve Lawson (2008)’ın da belirttiği gibi, tarih ve uluslararası ilişkiler, Carr ve Morgenthau gibi isimlerin çalışmalarından da görülebileceği gibi iç içe geçmiş iki disiplindir. Ancak, 20. yüzyılda uluslararası ilişkiler teorileri ve geleneksel siyasi tarih arasında deyim yerindeyse bir “soğuk savaş” da yaşanmıştır. Zira, uluslararası ilişkilerin teorik yaklaşımı tarihsel “anlatı”ya (narrative); geleneksel tarih de teoriye ve ikincil kaynağa karşı çıkmıştır. Anlatı tarih disiplininin en önemli unsurudur, ancak siyasi tarihin geçirmekte olduğu dönüşüm bize tarihsel üretim ile uluslararası ilişkiler teorileri arasında potansiyel bir örtüşmeye de işaret etmektedir (Kennedy-Pipe 2000).

Bu noktada sorulması gereken soru, siyasi tarihin Türkiye’deki durumu ve alanın geçirdiği dönüşümün ülkemize olan yansımalarıdır. Ertosun’a (2016) göre, Türk üniversitelerinin siyaset bilimi/uluslararası ilişkiler bölümlerinde istihdam edilen siyasi tarihçilerin sayısı dünyadakine paralel bir biçimde azalmakta, siyasi tarih ülkemizde çoğunlukla tarih ve inkılap tarihi bölümlerinde çalışılmakta ve bu durum siyasi tarihin metodolojisine de etki etmektedir. Yazara göre, siyasi tarihte yöntem sorununu çözmeye öncülük edilebilecek olan araştırmacılar ancak siyaset bilimi/uluslararası ilişkiler kökenli olanlardır (Ertosun 2016). Bu önermelere büyük oranda katılmakla beraber, siyasi tarihin içeriğine ve yöntemine dair meselelerin hem siyaset bilimi/uluslararası ilişkiler hem de tarih bölümlerinde gerçekleşebilecek bir yapısal değişim ile çözülebileceğini düşünüyorum. Bir başka deyişle, bu bölümler dünyada yaşanılan dönüşümlerden yararlandığı takdirde, her iki bölümde de çalışılan siyasi tarihin yeni bir ivme kazanması gayet olasıdır. Benzer bir biçimde, bölümlerin interdisipliner bir hâle gelmesi ve bölümü ne olursa olsun araştırmacıların global literatürü takip edebilecek kadar yabancı dil bilmesi de alana yenilik getirecektir. Bu noktada, yeni siyasi tarih ile ilgili Türkiye’de de kişisel bazda çalışmaların oluşmaya başladığını ancak ülkemizde alanın çok büyük oranda geleneksel yapısını sürdürdüğünü de söylemek gerekiyor.

Sonuç olarak, siyasi tarihçiler içinde bulunduğumuz yüzyılda gerek kültür çalışmaları gerekse de ulusötesi yaklaşımları kullanarak bir dönüşüm başlattı. Öyle ki, bu siyasi tarih bugün birçok çalışma grubu tarafından “yeni” sıfatıyla anılıyor. Birçok tarihçi sınırları iyi bir şekilde çizilmek kaydıyla bu yeni yaklaşımların hem siyasi tarihin kendisine hem de diğer alanlara katkı sunacağı konusunda hemfikir görünüyor. Alanın küresel ölçekte alacağı yeni şekil, siyasi tarihe dair çokça söylenen ivme kaybının tersine çevrilebileceğini de düşündürüyor.