Sınır genel anlamda “bizi” “öteki”nden ayırmanın sosyo-politik aygıtı olarak işlev görerek dışlama ve dâhil etmeyi ifade eder. Devlet sınırları ise toplumsal siyaset ile coğrafya ilişkisinde hem içeri ile dışarı arasında ayırım yapmak hem de ulusal mekân belirlemek açısından önemli işlevlere işaret eder. Ulus-toplumun mekânı, sınırlar aracılığıyla ulusal bir teritorya veya vatan haline gelir. Böylece içerideki mekân hayal edilirken ulusal aidiyeti ya da kimliği pekiştiren kolektif temsil ve simgelerle bütüne ilişkin tahayyül de sağlanmaya çalışılır (Tekin, 2014: 243).

Sosyal bilim insanlarının teritoryal sınırlara ilgi duyması özellikle 1990’lardan itibaren hem küresel hem de bölgesel ölçekte görülen bazı önemli değişim ve dönüşümlerle yakından ilgilidir. 1980’lerde etkileri görülmeye başlanan küreselleşmeyle birlikte devlet sınırları kapalı, sert ve geçilmez olmaktan çıkarak genellikle bağımlı, akışkan ve gözenekli bir hal almaya başladı. Yine bu dönemde özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ve Yugoslavya’nın dağılması sonucunda yeni teritoryal sınırların ve kimliklerin ortaya çıkması ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerin sosyal, ekonomik, kültürel, siyasal vb. yönlerden yoğun bir etkileşim içerine girmeleri, birçok alandan sosyal bilimcinin odak noktasını sınırlara çevirmesine neden oldu. Bu yazıda sınır çalışmaları literatüründen hareketle modern öncesi dönemlerden geç modern ya da postmodern döneme sınır anlayışının nasıl ve hangi dinamiklere bağlı olarak değiştiği ele alınacaktır.

Modern Öncesi Çağlarda Sınır Boyları

Modern öncesi dönemlerde dünyanın hemen her yerinde sınır boyları (frontier) aşiretleri, krallıkları ve prenslikleri birbirinden ayıran bir özelliğe sahipti. Üstelik bu sınır boyları ya da uçlar herhangi bir tarafça kontrol de edilmezdi. (Prescott ve Triggs, 2008: 12). Benzer biçimde modern öncesi devletlerde surlarla çevrili sınırlar, merkezi otoritelerin düzenli denetiminin çok dışında kalan sınır boylarıydı ve devlet büyüdükçe bu durum daha da belirginlik kazanırdı. Surlar ne Roma’da ne de Çin’de terimin bugün kullanıldığı anlamıyla “ulusal egemenlik”in sınırlarına tekabül etmez, daha ziyade “derinlemesine” bir savunma sisteminin dış uzantısını oluştururdu (Giddens, 2008: 74). Çin imparatorluğu tarıma dayalı ekonomisini kuzeyden gelen göçebe “barbar”lara karşı korumak için Çin Seddi’ni; Romalılar da surları yine “barbar”lara karşı bir savunma hattı oluşturmak amacıyla inşa etmişlerdi (Lattimore, 1962). Daha sonraki dönemlerde de durum bundan çok farklı değildi. Orta Çağ’daki çoğu imparatorlukların sınırları yüzeysel olup çizgisel savunma hatları biçimindeydi. Dolayısıyla Orta Çağ’da sınırlar nadir görülen şeylerdi çünkü sınır hatlarını sürekli tahkim etme gerçekte olmayan bir şeydi (Anderson, 1996: 13).

Benzer bir durum Osmanlı imparatorluğu için de geçerliydi. 16. yüzyılın sonuna kadar Arap ve Kuzey Afrika çöllerinin oluşturduğu doğal engeller, Kafkas dağ silsilesi, Akdeniz ve kuzeydeki bozkırlar Osmanlı’nın sınır boylarını oluşturuyordu (Kasaba, 2004: 47). Sınır boylarındaki engin alanlar belirsiz bir şekilde tanımlanmıştı dolayısıyla 14. ve 16. yüzyıllar arasında bu yerlerde bariz bir hudut uygulanmasının söz konusu değildi. Kasaba’ya (2004: 47) göre bu yerlerdeki belli bölgelerin Osmanlı’ya ve diğerlerinin de başka devletlere ait olduğunu belirten bir bölme işareti yoktu. Ancak modern çağın başlarında egemenliğin uluslararası ilişkilerde bir yönetim prensibi olarak kabul edilmesi sonucunda Avrupalı devletler, Osmanlı imparatorluğuna sınır olanlar da dâhil, üzerinde meşru gücü kullanabilecekleri daha kesin bir teritorya oluşturmaya giriştiler.

Modern Teritoryal Egemenlik ve Sınır Boylarının Sınırlara Dönüşmesi

Modern teritoryal sisteme geçişle birlikte sınırların hem anlamında hem de işlevlerinde önemli dönüşümler meydana geldi. Anderson’a (1996: 12) göre devletlerarasındaki sınırlar reformasyon sonrası Avrupa’sında gittikçe birbirine benzedi ve düşüncenin ortak bir buluşu olarak yerleşti. Sonuçta da egemenlik fikri –yani teritorya üzerindeki özel kontrol- ulus devlet ve milletlerarası hukukun gönüllü kabul edilmesiyle düzenlenen devletlerin yasal eşitliği, devlet sınırları konusunda ortak bir anlayışın yayılmasına neden oldu. Böylece Avrupa’da devlet sınırlarının belirlenmesi sürecinde hudut boyları sadece biçimsel olarak değil, aynı zamanda anlamsal olarak da hudut boylarından sınırlara doğru sertleşerek değişti.

Sınır boylarının sınırlara dönüşmesi, 19. yüzyıl içlerine kadar Avrupa’da özellikle kıtanın daha az yerleşilmiş kısımlarında sona ermemiş bir süreçti. 17. yüzyılda hudut boylarının birçoğu oldukları gibi geleneksel, dağınık şekilde belirlenmiş ve ilgili devletlerin politik ya da ekonomik faaliyetiyle doğrudan hiçbir ilişkisi olmayan biçimde kaldı. 17. ve 18. yüzyıllardaki savaşlar ve sonuç kongreleri hudut boylarının sınırlara dönüşmesini rasyonelleştirdi. 17. yüzyılda ilk kez olarak sınır halkına devletlerden birine ya da diğerine ait olma opsiyonu verme uygulaması oluştu (Giddens, 2008: 127).

P. Sahlins, modern teritoryal sınırların tarihsel süreçte nasıl ortaya çıktığına dair İspanya-Fransa sınırında yaptığı araştırmada İspanya ve Fransa’nın 18. yüzyılın ikinci yarısı boyunca “Yeni Dünya”daki mülkleri/toprakları için –Pirene bölgesi üzerinde- mücadele ettiklerini belirtir. Bu anlamda ‘teritoryal ihlal’ (territorial violation) terimi, ilk olarak on sekizinci yüzyılın sonlarındaki idari yazışmalarda ortaya çıktı ve bir topluluğun teritoryası fikri sınırlarla ifade edildiği gibi, bir devlet teritoryası fikri de yine sınıra bağlı olarak ifade edildi. Dolayısıyla bu dönemden itibaren il idareleri, topraklarını hem yabancı muhafızların hem de askerlerin ihlallerinden ve sınırdaki yerel toplulukların “gasplarından” korumaya çalıştı. On sekizinci yüzyılın sonlarında ise, Fransız Dışişleri Bakanlığı, Fransa’nın teritoryal sınırlarını resmen belirlemek amacıyla arşivlerini düzenledi ve çok sayıda ‘sınır komisyonu’ oluşturdu (Sahlins, 1998: 48). Fransa-İspanya sınırı modern sınır anlayışının prototipi olmasının yanı sıra modern toplum biçiminin kurucu unsurlarından biri olarak kabul edilmiştir. Zira Westfalyacı devlet öncekinden farklı olarak toplumsal ilişkileri sardı ve yeni teritoryal anlayışa bağlı olarak bu ilişkileri biçimlendirdi. Daha sonraki süreçte de sınırlar, modern bir siyasal gerçeklik olan ulus-devletin en önemli sembolleri olmaya devam etti.

Avrupa’da modern devlet sisteminin ortaya çıkmasına kadar feodal bölgeler arasındaki sınırlar genellikle belirsiz bir biçimde tanımlanmıştı. Dolayısıyla modern egemen teritoryal kontrolün açık çizgisel sınırlarının yerine Avrupa’nın siyasal hudut boyları belirsizlik ve geçirgenliklerle işaretlenmişti (Diener ve Hagen, 2010; Anderson, 1996; Giddens, 2008). Modern devlet sistemi ve onun temel unsurlarından olan sınır, teritorya ve egemenlik fikirlerinin ortaya çıktığı 17. yüzyıldan sonra ise sınırlar gittikçe keskinleşmeye ve sertleşmeye başladı. İlerleyen süreçte siyasi iktidar merkezîleştikçe, yönetimin teritorya üzerindeki kontrolü de etkin bir şekilde artmaya başladı ve böylece devletler sınırlarını açık bir biçimde belirlemek için gittikçe daha çok özen gösterdiler (Diener ve Hagen, 2010: 6). Modern devletlerin gelişmesi, onların yetki alanı içindeki ve dışındaki teritoryaları, nüfusları ve ekonomileri belirleyen kesin sınırların çizilmesini teşvik etti ve sonuçta da yeni bir egemenlik anlayışı ortaya çıktı. Sosyo-politik bir kavram olan ulusal kültür ile yasal ve siyasal bir kavram olan devlet egemenliğinin eşitlenerek bir toprak parçası (teritorya) içinde bir araya getirilmesi, modern dünyanın şu ana kadar karşılaştığı en etkili mekânsal anlayıştan biridir.

Ulus İnşasında Sınırların Rolü

Ulus inşası, tarihsel olarak spesifik ve başarılı bir şekilde teritoryalleşme ile eşleşmiştir. Bu anlamda, modern devlet sistemi sadece Westfalya Anlaşması’nın değil, aynı zamanda Fransız Devrimi’nin de ürünüdür. Bu iki faktöre bağlı olarak modern teritoryal devlet, gittikçe hiyerarşik bağların çoğulluğuna dayanan kimliği, kanunla tanımlanan ortak yasal alana üyeliğe dayalı özel bir kimlikle değiştirdi. Başka bir deyişle, hiyerarşik tabi olma ilkesi, yavaş yavaş yerini mekânsal dışlama ilkesine bıraktı. Böylece vatandaşlığın belirli bir teritoryal alanda ikamet edilmesi ile tanımlanması, sosyo-politik kimliğin temel gerçeği haline gelmiş oldu (Agnew & Corbridge, 1995: 85).

Ulus-devlet oluşumundan önceki yapılarda toplum değil topluluklar mevcuttu. Bu toplulukları birbirinden ayıran sınırlar da teritoryal değil sosyo-kültürel nitelikteydi. Dolayısıyla teritoryalarını belirleyen faktör de –modern teritoryal anlayıştan farklı olarak- sosyo-kültürel özellikleriydi. Bu nedenle sosyo-kültürel yapı teritoryayı önceliyordu denilebilir. Bunun aksine modern ulus-toplumda ya da Balibar’ın (2007) ifadesiyle “ulusal cemaat” yapısında ise teritorya toplumu veya makro cemaati belirledi. Bu nedenle modern topluma kimliğini kazandıran asıl unsur -kendinden öncekilerden farklı olarak- vatan ve ulus oldu. Dolayısıyla “hayali cemaat”i veya “ulusal cemaat”i inşa etmede vatana ve sınırlara yüklenen anlam ve değerler ile sınırlara yönelik söylem ve sembolleştirme biçimleri daha önce hiç olmadığı kadar önemli ve işlevsel hale geldi.

Devlet sınırları M. Anderson’ın (1996) da belirttiği gibi hem kurumlar hem de süreçler olarak rol oynarlar. Kurum olarak sınırlar, siyasi kararlarla kurulur ve yasal metinlerle düzenlenir. Bu nedenle sınırlar temel politik kurumlardır. Sınırlar olmadan karmaşık toplumlardaki iktisadi, sosyal ve siyasi yaşam düzenlenemez. Ayrıca kurum olarak sınırlar, yasal anlamda mutlak otoriteyi (devleti) ve bireylerin kimliklerini yani ulusal ve vatandaşlık haklarını tanımlar (akt. Tekin, 2020: 91,Anderson, 1996: 1). Kurumlar gibi, onlar da açık ya da gizli kuralları, değerleri, yasaları ve ahlak kodlarını dışa vururlar. Bu nedenle sosyal eylemin kurucusudurlar ve hem engel hem de motivasyon kaynağıdırlar (Paasi, 1998: 82).

Sınırlar özellikle yirminci yüzyılda ulusal kimliğin göstergeleri olarak görülmüştür. Bu anlamda sınırlar politik inançların ve toplumsal birlik mitinin inşa edilmesinde ve bazen de bir teritoryal “doğal” birlik miti olarak işlev görmüşlerdir (Anderson, 1996). Bu toplumsal birlik mitini B. Anderson’un (2007) “hayalî cemaatler” kavramsallaştırması açık bir şekilde ifade etmektedir.

Sınırlar bir yandan içine aldıklarını şekillendirirken diğer yandan da içindekiler tarafından yeniden anlamlandırılır ve muhkemleştirilir. Bu açıdan sınırlar teritoryal toplumun iki temel özelliği olan toplumsal kapsamaya ve dışlamaya işaret eder. Bununla birlikte sınırlar her ne kadar dışarıya karşı vatanı savunan hatlar olarak görülse de içeriye verdiği mesajlarla da önemli bir rol üstlenirler. N. Özgen’in (2005: 104) işaret ettiği gibi sınırların ve kapıların esas olarak dışarıya açıldığı ve dışarıya karşı vatanı savunduğu düşünülmektedir. Oysa sınırın asıl etki alanı içeriye doğrudur. Bu anlamda sınırlar devlet, ulus ve vatandaş arasındaki bağların tam merkezinde bulunur. Bir başka deyişle “öteki”ne karşı fark oluşturarak ve vatandaşlar arasında ‘ulusal’ düşünceyi teşvik ederek işler. Dolayısıyla diğer her şeyden ziyade homojen bir kültürel ve ulusal kimlik oluşturmak teritoryal sınırların öncelikli görevi olmuştur (Tekin, 2020b)

Özellikle 1950 ve 1980’nin sonları arasındaki dönemde Avrupa’da sınırlar kararlı ve keskin bir şekilde işaretlendi. Bu dönemde devletler iktisat, siyaset ve vatandaşlarının kültürü üzerinde daha önce görülmemiş bir kontrol mekanizması oluşturdular ve sınır-ötesi akışı düzenleyen bir kapasite elde ettiler. Dolayısıyla söz konusu bu dönemde sınırlar etkin engeller olarak işlev gördüler (O’Dowd, 2005: 29). Bununla birlikte 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan dünyanın politik sınırları büyük ölçüde kültürel ve etnik farklılıklardan ziyade sosyal ve iktisadi ideolojik farklılıklara dayandı. Bu ideolojik farklılıklar dünyayı iki kutba ayıran Batı’nın kapitalizmiyle Doğu’nun komünizmiydi.

Modern çağın ve özellikle de yirminci yüzyılın ideolojik ve siyasal sınırlarına, başka hiçbir dönemle kıyaslanamayacak kadar anlam ve semboller yüklenmiştir. Dolayısıyla modern sınırlar sadece teritoryal değil, aynı zamanda siyasal, kültürel ve epistemik olarak da kurulmuştur. Neredeyse bütün teritoryal sınırlar vatandaşlarına bir kültür ve kimlik dayatır. Bu bakımdan sınırlar toprak üzerine çizildiği gibi insanların zihinlerinde de bir karşılık bulur. Bazen toprağa çizilen sınırların insanların zihinlerinde veya kültürlerinde tam bir karşılığı olmamakla ve büyük ölçüde etkisiz olmakla birlikte bir o kadar da yaralayıcı oldukları söylenebilir (Tekin, 2020: 1). Sınırlar etkilerini sadece sınır bölgelerinde göstermezler. Ulus-devlet anlayışına bağlı olarak sınırların metaforik ve sembolik anlamları ulusal teritoryanın tümünde etkisini gösterir. Dolayısıyla Green’in (2014: 39) belirttiği gibi sınırları sadece tel örgüler, duvarlar, çitler ve mayınlı alanlar olarak tarif etmek buzdağının sadece görünen kısmına odaklanmak demektir. Aksine sınırlar insanların zihin ve tahayyüllerinde de varlık gösterirler. Bu nedenle sınırların etkileri sınır bölgelerinde olduğu kadar en merkezi yerlere de yayılır.

Geç Modern Dönem ve Sınırların Duvarlaştırılması

Modern teritoryal sınırlar 19. yüzyıldan itibaren yasal, mali, idari, ekonomik ve siyasal alanın limitlerini tedricen belirleyerek insan, sermaye ve malların sınır aşırı akışını düzenlemiş oldular. Bu düzenleyici fonksiyonları bu dönemden neredeyse 1980’lere kadar gittikçe sertleşerek devam etti. Yirminci yüzyılın sonlarına doğru iki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla ve siyasi sınırların açıklığının artmasıyla “kapalı totaliter sınırlar”dan “daha farklılaşmış sınırlar”a doğru bir değişim meydana geldi. Soğuk savaşın bittiği 1990’ların başından itibaren sınırlar, uluslararası hayatın sert ve değişmez özellikleri olarak görülmekten çıkarak genellikle bağımlı, akışkan ve gözenekli bir hâl almaya başladı. Sınırlar bu dönemde dünyanın belirli yerlerinde ekonomik açıdan bir kapı ve sosyo-kültürel açıdan da bir köprü olarak görülmeye başlandı.

Donnan ve Wilson’ın (2002: 16) işaret ettiği üzere uluslararası sınırların yapısında ve fonksiyonunda (Doğu blokunun çökmesi, küreselleşme ve neoliberalizmle birlikte) meydan gelen değişiklikler ister dünya ölçeğinde, ister tek bir devletle sınırlı olsun, ulus-devletin dayanıklılık ve esnekliğinde meydana gelen temel değişiklikleri yansıtır ve öteden beri bunların devletin ekonomik, sosyal ve siyasal süreçler içerisindeki biricik ya da temel egemenlik alanı olduğuna inanılır. Günümüzde teritoryal sınırlar sadece ait oldukları devletlerin siyasetini ve kurumlarını etkileyen değişimleri yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda ulusal kimlik, egemenlik ve vatandaşlık tanımlamalarındaki değişim ve dönüşümlere de ayna tutarlar. Bu nedenle söz konusu değişimleri, sınırların yakın tarihsel süreçte geçirdikleri değişim ve dönüşüm bağlamında değerlendirmek gerekir.

Sınırlar bir dizi aktör tarafından oluşturulur, değiştirilir ve yapı-bozuma tabi tutulur (Rumford, 2006: 165) Özellikle 1990’lı yılların başından beri teritoryal sınırların geçirgenliğinin artması yeni bir dönemin kapılarını da açmış oldu. Bu geçirgenlik bir yandan hareket serbestliği sağlarken diğer taraftan da etnik ve kültürel etkileşimin yollarını açtı. Hatta sınırlarla engellenmiş olan sosyal, kültürel ve diğer bağların tekrar canlanmasına sebep oldu. Ancak sınırların aşınmasına ve geçirgen bir hâl almasına karşın günümüzde birçok devletin sınırlarına duvar inşa etmesi büyük bir çelişkiye işaret etmektedir. W. Brown (2011: 141), küreselleşmeye rağmen sınırları duvarlaştırmaya yönelik güdünün altında “devlet egemenliğinin zayıflaması ve homojen ulusal imgeselliğin” geçerliliğini yetirmesinin yattığını vurgular. Günümüzde başta Avrupa olmak üzere dünyanın birçok yerinde aşırı sağcı ve popülist politikalara bağlı olarak göçmen ve yabancı karşıtlığının her geçen gün artması sınırların yeniden sertleşmesinin ve duvarlaştırılmasının başlıca nedenleri arasındadır.

Sınırlara duvar örmek günümüzde bir istisna olmaktan çıktı artık. Zira birçok devlet yüksek teknolojiye rağmen çeşitli gerekçelerle (göçmenlere, terörist gruplara, kaçakçılara vs.) sınırlarına (ABD-Meksika, Türkiye-Suriye, Suudi Arabistan-Irak, İsrail-Filistin, İspanya (Melilla)-Fas vs.) duvar inşa etmektedirler. Benzer işlevlere sahip olmalarına rağmen günümüz duvarlarıyla, 20. yüzyılın ideolojik (doğu ve batı blokunu birbirinden ayıran Berlin Duvarı) duvarları arasında birçok fark bulunmaktadır. 21. yüzyılın duvarlarının başlıca gerekçesi “güvenlik”tir. Toplumları izinsiz girişlerden ve saldırılardan korumak adına ve hukukun askıya alınmasıyla inşa edilen sınır duvarları bir taraftan ister istemez savunmacı, düşmanlaştırıcı, dar görüşlü, milliyetçi ve ultra militerleşmiş bir kolektif ethos ve öznellik üretmekteyken, diğer taraftan da savunmayı amaçladıkları toplumun yerine giderek kapalı ve zapt altına alınmış bir kolektif kimlik yaratırlar. Ancak Brown’ın (2011: 49-50) işaret ettiği gibi bu duvarlar, ortaya çıkış nedenleri olan aşınmış ulus-devlet egemenliğini diriltme konusunda başarısız olmakla kalmazlar, aynı zamanda yeni yabancı düşmanlığı ve dar görüşlülük biçimlerinin doğmasına önemli bir katkı sağlarlar.

***

Bu metinde sınırların tarihsel süreçte nasıl değiştiği, yüklenen anlamlar bağlamında ne ifade ettikleri ve ne tür sosyo-politik işlevler üstlendikleri üzerinde duruldu. Sınırların hem kurumlar hem de süreçler olmasına bağlı olarak her dönemde farklı biçimlerde kurumsal işlevler üstlenmiş oldukları görülmektedir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönemde sınırların her geçen gün daha fazla duvarlaştırıldığını gözlemlemekteyiz. Başta hem Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgede hem de dünya genelinde devletlerin sınırlarına duvar inşa etme nedenleri üzerine daha fazla kafa yormak gerekir. Sınırları duvarlaştırmanın komşu devletlerle ve halklarla ilişkileri nasıl etkilediği; kısa ve uzun vade de nasıl etkileyebileceği üzerine düşünülmelidir.

Bu bağlamda günümüzde sınır çalışmalarında göz önünde bulundurulması gereken önemli bir husus da sınırın hem yerel ve ulusal hem de uluslararası boyutlarının birlikte ele alınmasıdır. Sınırda yaşayan topluluk ve insanların sınırlara/duvarlara nasıl maruz kaldıkları ve bunun onların yaşamlarını nasıl etkilediği önemsenmelidir. Zira ulus-devletçi ya da merkezci perspektiften bakıldığında bu boyut çoğunlukla ihmal edilmektedir. Bu çerçevede günümüzde küreselleşemeye de bağlı olarak sosyolojinin yerel ve ulusal perspektifi ile uluslararası ilişkiler disiplininin ulusal ve devletlerarası perspektifinin sentezlenmesinin, sınır çalışmalarında bir zorunluluk haline gelmekte olduğu söylenebilir.