Coğrafya ve siyaset arasındaki yakın ilişki nedeniyle jeopolitiğin uluslararası ilişkilerle en sıkı bağlara sahip disiplinlerden birisi olduğunu söylemek mümkündür. Hatta çoğu zaman önde gelen jeopolitik kuramcılar aynı zamanda uluslararası ilişkiler kuramlarının da temsilcileri sayılmaktadırlar. Bu yazıda jeopolitik düşüncenin tarihsel gelişimine kısaca değinilerek özellikle günümüzde hangi jeopolitik ekollerin uluslararası ilişkiler alanında yapılan çalışmalar üzerinde etkili olduğuna bakılacaktır. Ayrıca Türkiye’de jeopolitik çalışmaların dünü ve bugünü ile ilgili kısa bir değerlendirme yapılacaktır.

Siyasal Coğrafyadan Jeopolitiğe

1618-1648 arasında devam eden Otuz Yıl Savaşları’nın ardından Avrupa topraklarının “ulus-devlet” adı verilen siyasal birimlere bölünmesi ve 15. ve 16. yüzyıllara damga vuran büyük coğrafi keşifler sayesinde yeryüzünün o döneme kadar taşıdığı “mistik” ve “bilinmez” özelliğinin ortadan kalkmasıyla beraber siyasal bilimler arasına yeni bir bilim dalı dahil olmaya başlamıştır. Yeryüzünün değişik hükümet biçimleri arasında nasıl paylaştırıldığını ve bu hükümet biçimlerinin hangi özelliklere göre sınıflandırıldığını araştıran bu yeni bilim dalına “siyasal coğrafya” adı verilmiştir (Büttner ve Jäkel, 1982, ss.7-15). Siyasal coğrafya ile ilgili bugüne dek pek çok farklı tanım yapılmışsa da bu tanımların ortak görüşü bu bilim dalının genel olarak siyasal süreçlerin coğrafi-mekânsal yönlerinin araştırılmasıyla ilgili olduğudur (Glassner, 1993, s.3). Özellikle Alman coğrafya profesörü Anton Friedrich Büsching tarafından 1754’te yazılan 11 ciltlik Yeryüzünün Yeni Tanımı (Neue Erdbeschreibung) adlı eseri siyasal coğrafya alanında yapılmış en eski çalışmalardan birisi olarak kabul edilmektedir.

Bir bilim dalı olarak siyasal coğrafya büyük coğrafi keşiflerin ortaya çıkardığı siyasal ve düşünsel bağlam içerisinde doğup gelişme şansına sahip olmuştur. Yeni keşfedilen toprakların Avrupa imparatorlukları tarafından sömürgeleştirilmeye başlamasıyla beraber ise siyasal coğrafya içerisinde bir başka araştırma alanı doğmuştur. İlk kez 1899 yılında İsveçli araştırmacı-siyasetçi Rudolf Kjellen’in “jeopolitik” olarak adlandırdığı bu yeni alanın siyasal coğrafyadan en önemli farkı “küresel bir düşünüşe dayalı olması ve çoğunlukla küresel rekabetler ve diğer küresel konularla ilgilenmesidir.” (Taylor, 1985, s.50). Diğer bir deyişle bir araştırma alanı olarak jeopolitiğin mümkün olabilecek en büyük ölçeklerde siyasal spekülasyon yapmaya olanak tanıdığını söylemek mümkündür (Muir, 1997, s.214).

Jeopolitiğin siyasal coğrafyadan farklı bir araştırma alanı olarak belirginlik kazanmaya başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısı düşünsel anlamda ise Aydınlanma Çağı’yla öne çıkan rasyonel ve pozitivist bilimsel anlayışın hakimiyeti altındadır. Nitekim dönemin ünlü düşünürleri arasında yer alan Auguste Comte, Charles Darwin, Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Karl Marx gibi isimlerin çalışmaları da sosyal bilimlerin aynı doğa bilimleri gibi sistematik olması ve kesin ve evrensel kanunlar koyması gerektiği görüşünün yaygınlık kazanmasına neden olmuştur. Bu görüşe aynı zamanda “bilimsel determinizm” adı verilmektedir. Böyle bir siyasal-düşünsel bağlamın içerisine doğan jeopolitiğin de esasen imparatorlukların küresel ölçekte gerçekleşen siyasi etkileşimlerine coğrafi açıdan kesin bir açıklama getirmek amacıyla ortaya çıkan bir araştırma alanı olduğunu söylemek mümkündür.

Klasik Jeopolitik Kuramlar

Doğrudan jeopolitik kelimesini kullanmamasına rağmen Darwin’in evrim teorisini bizzat coğrafyaya uygulayarak devletleri de birer organizma olarak kabul eden ve her devletin coğrafi olarak kendisine bir “yaşam alanı” (Lebensraum) yaratması gerektiğini söyleyen Alman coğrafyacı Friedrich Ratzel, jeopolitiğin siyasal coğrafyadan ayrı bir araştırma alanı olarak doğuşunda oldukça önemli bir rol üstlenmiştir. (Bassin 1982, ss.123-126) Nitekim bir kavram olarak jeopolitiği ilk kez kullanan Kjellen de esasen Ratzel’in görüşlerini temel almış ve Alman İmparatorluğu’nun coğrafi genişlemesini inceleyen önemli çalışmalar yapmıştır. Aynı dönemde Amerikan donanmasında bir amiral olan Alfred Thayer Mahan’ın 1890’da yayınlanan Deniz Gücünün Tarih Üzerindeki Etkisi adlı kitabı ise Avrupa tarihinden örnekler yardımıyla, deniz yollarını etkili şekilde kullanan ve bu şekilde denizaşırı sömürgelere sahip olan devletlerin dünya siyasetinde etkin bir rol oynadığını iddia ederek ABD’de jeopolitiğin gelişimine önemli bir katkıda bulunmuştur (Mahan, 1980, ss.25-89).

Jeopolitikle ilgili bu erken dönem çalışmaları arasında en dikkat çekici olanı ise İngiliz araştırmacı-siyasetçi Halford J. Mackinder’e aittir. Mackinder’in önemi, ortaya koyduğu Heartland teorisinin yıllar sonra bile siyasetçilerin uluslararası ilişkiler algılamalarında en önemli başvuru kaynaklarından birisi haline gelmesinden kaynaklanmaktadır.1 Mahan’ın vurgu yaptığı deniz gücü yerine ilk kez kara gücünü öne çıkaran ve bu anlamda dünya hakimiyeti için Avrasya süper kıtasının merkezinde yer alan Heartland adını verdiği geniş bölgenin kontrolünün önemine dikkat çeken Mackinder’in “Doğu Avrupa’yı yöneten Heartland’e, Heartland’i yöneten Dünya Adası’na ve Dünya Adası’nı yöneten de Dünya’ya hakim olur” şeklinde ortaya koyduğu formül de zaman içinde coğrafi determinizmin en bilinen örneklerinden birisi haline gelmiştir (Mackinder, 1944, s.113).

Jeopolitiğin gelişimi açısından Mackinder’in çalışmalarından oldukça etkilenen iki yazardan özellikle bahsetmek gerekir. Bunlardan ilki, Hitler Almanya’sının izlediği yayılmacı siyaset üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olan Alman siyasal coğrafya profesörü Karl Haushofer’dir (Strausz-Hupé, 1942, ss. 40-138). Hitler’in başyardımcısı Rudolf Hess’in görüşleri üzerinde de büyük etkisi olduğu bilinen Haushofer, Ratzel’in Lebensraum kavramını Mackinder’in Heartland teorisiyle bir araya getirerek Almanya’nın coğrafi olarak yayılmasına bilimsel bir açıklama getirmeye çalışmış ve aylık olarak yayınlanan Zeitschrift für Geopolitik dergisi ile Münih Üniversitesi’nde verdiği dersler yoluyla da jeopolitiği emperyalist hakimiyet için araç haline getiren görüşlerinin Alman entelektüel kesimleri arasında da destek toplamasını sağlamıştır (Herwig, 1999, ss.218-241). Haushofer’in aynı zamanda Molotov-Ribbentrop paktı olarak da bilinen 1939 yılında imzalanan Almanya-Sovyetler Birliği saldırmazlık anlaşmasının fikir babası olduğu da söylenebilir.

Soğuk Savaş’ta Jeopolitik

Haushofer’in fikirleri Nazi Almanya’sının izlediği siyaset üzerinde ne derece etkiliyse, Nicholas J. Spykman’in görüşleri de ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında izlediği küresel strateji üzerinde o derece etkili olmuştur. Spykman’in önemi Mackinder’in vurgu yaptığı Heartland yerine bu merkez bölgeyi çevreleyen Rimland yani “kenar kuşak” üzerinde yoğunlaşmasından gelmektedir. Nitekim Spykman Mackinder’in formülünde önemli bir değişiklik yaparak “Rimland’i kontrol eden Avrasya’ya; Avrasya’ya hükmeden de dünyanın kaderine hükmeder” şeklinde bir önermede bulunmuştur. Rimland teorisi 1944-1946 yıllarında ABD’nin Moskova büyükelçiliğinde görev almış bir diplomat olan George F. Kennan’ın Amerikan hükümetine gönderdiği “uzun telgraf” ile birlikte ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı izlemeye başladığı “çevreleme” stratejisinin belkemiğini oluşturan iki temel kaynaktan birisi olarak görülebilir (Kennan, 1947, ss.566-582).

Spykman ve Kennan aynı zamanda erken dönem jeopolitik çalışmalara hakim olan coğrafi determinizmin ve katı çatışma söyleminin Soğuk Savaş dönemi dünya siyasetine aktarılmasını da sağlamışlardır (Spykman, 1944, ss.41-44). Jeopolitik teoriler dahilinde Soğuk Savaş’ın deniz gücü ABD ile kara gücü Sovyetler Birliği arasında Heartland ve Rimland’in kontrolü için verilen bir küresel nüfuz mücadelesine indirgenmesi klasik jeopolitiğin ister istemez benzer kavramları öne çıkaran realist uluslararası ilişkiler teorisiyle de özdeşleştirilmesine neden olmuştur. Nitekim bazı uzmanlar özellikle Batı akademik çevrelerinde jeopolitiğin “coğrafi faktörleri vurgulayan bir [tür] realizm [teorisi]” olarak algılandığına dikkat çekmektedirler (Deudney, 1997, s.96).

Her iki teorinin de ulus-devletleri temel analiz birimi olarak kullanması, uluslararası olguları şekillendiren evrensel kanunları tespit ettikleri iddiasına dayanan bir bilimsel determinist bakış açısına sahip olmaları, temel argümanlarını güç, askeri/stratejik yetenekler, çatışma, güçler dengesi ve hegemonya gibi kavramlar üzerinde oluşturmaları ve Spykman ve Kennan gibi isimlerin aynı zamanda hem klasik jeopolitiğin hem de realizmin kurucu isimleri arasında gösterilmesi, realizmle jeopolitik arasındaki özdeşleşmeye büyük katkıda bulunmuştur. Nitekim yine her iki teorinin de önde gelen temsilcileri arasında sayılan Amerikalı siyasetçi-yazar Henry Kissinger jeopolitiğin “dünya güçler dengesinde küresel muvazene ve kalıcı ulusal çıkarlar” ile eş anlamlı olduğunu söyleyerek bu özdeşleştirmenin nedenleri hakkında önemli ipuçları vermektedir (Sloan ve Gray, 1999, s.1).

Öte yandan klasik jeopolitik kuramlar ve realizm arasındaki önemli benzerliklere rağmen özellikle 1970’lerle birlikte jeopolitikte yeni ekollerin de gelişmeye başladığını özellikle belirtmek gerekir. Örneğin Fransa’da Yves Lacoste öncülüğünde 1976’da yayınlanmaya başlayan Hérodote dergisi çevre, post-kolonyalizm, doğal kaynakların paylaşımı, yoksulluk ve devrimci hareketler gibi konuları coğrafyayla ilgili çalışmalarının merkezine yerleştirerek alternatif bir jeopolitik perspektif sunmuştur. Ayrıca Lacoste’un bizzat kaleme aldığı Coğrafya Savaşmak İçindir isimli kitap da nesnel olduğu düşünülen coğrafya bilgisini ve eğitimini eleştirel bir çözümlemeye tabi tutarak bu alanda önemli tartışmalar başlatmıştır (Lacoste, 1998). Aynı dönemde Immanuel Wallerstein ve Peter J. Taylor gibi yazarlar ise gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki farklılıkları öne çıkararak Doğu-Batı yerine Kuzey-Güney ayrımına dayanan farklı bir jeopolitik anlayışın temsilcileri olmuşlardır. Özellikle Wallerstein’in çalışmalarıyla özdeşleşen “dünya sistemi” kuramında öne çıkan merkez, çevre ve yarı çevre gibi yeni jeopolitik kavramları bu Marksist yaklaşım dahilinde ele almak mümkündür (Wallershtein, 1974).

Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Jeopolitik

Klasik jeopolitik yaklaşıma alternatif oluşturan yaklaşımlar, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle eş zamanlı olarak özellikle Batı’da dikkat çekmeye başlayan “eleştirel jeopolitik” kuramın da öncülleri olarak görülebilirler. 1990’larda Kuzey Amerika ve Avrupa üniversitelerinde çalışmalarını sürdüren ve Jacques Derrida ile Michel Foucault gibi Fransız siyaset bilimcilerin post-yapısalcı söylem analizi yöntemlerini esas alan bir grup araştırmacının çalışmaları etrafında gelişen eleştirel jeopolitik, tüm Soğuk Savaş dönemine damga vuran klasik jeopolitik kuramların coğrafyayı sabit ve değişmez kanunlarla yönetilen bağımsız bir değişken olarak gören determinist bakış açısına karşı çıkmasıyla dikkat çekmiştir. Eleştirel jeopolitik bunun yerine coğrafyanın bizzat kendisini bir söylem olarak inceleyerek mevcut coğrafi varsayım ve anlayışların aslında kültürel olarak inşa edilip siyasal olarak sürdürüldüğünü savunmuştur (Tuathail, 1996).

Eleştirel jeopolitiğin gelişimine büyük katkıda bulunan Gearóid Ó Tuathail, John Agnew ve Simon Dalby gibi araştırmacılar, özellikle klasik jeopolitik kuramların devletlerarası ilişkilerin askeri/stratejik boyutlarına odaklanarak coğrafyayı fethedilebilir ve kontrol edilebilir bir nesneye indirgemesini eleştirmiş ve hızla küreselleşen dünyada gerçekleşen geniş çaplı kültürel, ekonomik ve sosyal değişimleri yansıtan yeni bir jeopolitik yaklaşımı savunmuşlardır (Tuathail, 1999, ss.107-124; Tuathail ve Dalby, 1998; Agnew, 1998). Bu anlamda eleştirel jeopolitiğin öncelikli amacının, “sınır” ve “tehdit” gibi siyasal kavramların nasıl mekansallaştırıldığını ve “biz” ve “öteki” arasındaki ayrımın jeopolitik olarak nasıl tasvir edildiğini ortaya koymak olduğu söylenebilir. Bu şekilde eleştirel jeopolitik hem dünyanın gerçek jeopolitik haritasını, hem de bu haritanın algılanmasına etki eden jeopolitik tahayyülleri açığa vurmayı hedeflemektedir (Dodds ve Atkinson, 2000, s.333).

Eleştirel jeopolitiğin 2000’ler boyunca kayda değer bir gelişme sergilediği görülmektedir. Nitekim alanın önde gelen iki bilimsel dergisi Political Geography ve Geopolitics’te son yirmi yılda yayınlanan makalelerin pek çoğunda eleştirel yaklaşımın öne çıktığı söylenebilir. Ancak bu durum klasik jeopolitik yaklaşımın Soğuk Savaş sonrasında jeopolitikle ilgili yapılan çalışmalar üzerindeki etkisinin azaldığı anlamına gelmemektedir. Tam tersine Soğuk Savaş sonrası dönemde büyük tartışmalar yaratan Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”, Samuel J. Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” ve Robert Kaplan’ın “Yaklaşan Anarşi” gibi çalışmalarında klasik jeopolitik kuramların yoğun izlerine rastlamak mümkündür. Nitekim her üç çalışma da doğrudan jeopolitikle ilgili olmamalarına rağmen alanla ilgili temel metinleri derleyen The Geopolitics Reader isimli kitapta yer almaktadırlar (Tuathail, Dalby Routledge, 1998).

1990’larda uluslararası ilişkiler gündemine damga vuran bir başka popüler kitap olan Zbigniew Brzezinski’nin Büyük Satranç Tahtası da benzer biçimde klasik jeopolitik yaklaşımdan ve özellikle de Mackinder’in Heartland kuramından yoğun biçimde etkilenmiştir (Brezinski, 1997). Aslında günümüzde dahi uluslararası ilişkiler alanındaki pek çok çalışmada jeopolitiğin esas olarak çatışma, güçler dengesi ve nüfuz alanları gibi kavramlar aracılığıyla oldukça katı realist bir yaklaşım ışığında ele alındığı görülmektedir.2 Bu durum özellikle de eleştirel jeopolitik yaklaşımın akademik anlamda belli bir etkiye ulaştığı ABD, İngiltere ve Batı Avrupa dışında yürütülen jeopolitik çalışmalarda daha da belirgindir. Örneğin Soğuk Savaş sonrasında jeopolitiğe yönelik yoğun bir entelektüel ilginin ortaya çıktığı Rusya’da en çok gündeme gelen yeni düşünce ekollerinden birisi olan ve Aleksandr Dugin’in başını çektiği “Yeni Avrasyacılık” aslında çok büyük ölçüde Mackinder, Mahan ve Haushofer gibi klasik yazarların jeopolitik görüşlerinden beslenmektedir (Dugin, 2003).

Türkiye’de Jeopolitik

Türkiye’de bugüne kadar jeopolitik üzerine yapılan çalışmaların da ağırlıklı olarak klasik jeopolitik kuramları merkeze aldığını söylemek mümkündür. Nitekim henüz 1940’lı yıllarda dahi bu alanda yapılan ilk çalışmaların genel olarak Alman jeopolitik ekolünden etkilendikleri ve özellikle Soğuk Savaş döneminde Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından öne çıkarılan biçimiyle jeopolitik kuramların “ordu merkezli savunmacı bir siyaseti meşrulaştırmak” amacıyla kullanıldığı görülmektedir (Yeşiltaş, 2014, s.243). Bu açıdan Türkiye’de jeopolitik düşüncenin en azından 1990’lara kadar coğrafi unsurları doğal ve değişmez gören ve ulusal çıkarların korunması adına bu alanda uzmanlığın askerlere bırakılması gerektiğini savunan oldukça realist ve bilimsel olarak da determinist bir çizgide gelişme gösterdiği söylenebilir.

Soğuk Savaş’tan sonraki dönemde ise Türkiye’de jeopolitik alanında yapılan akademik çalışmaların sayısında belli bir artış meydana gelmişse de bu çalışmaların önemli bir bölümünün yine klasik jeopolitik yaklaşımın etkisinde kaldığı ve daha da önemlisi belli ideolojik kaygıları yansıttığı görülmektedir. Bu anlamda Suat İlhan, Ümit Özdağ, Ahmet Davutoğlu, Ramazan Özey ve Mehmet Perinçek gibi yazarların kitaplarında jeopolitiğin Türkçülük, Avrasyacılık, İslamcılık, vb. ideolojik yaklaşımların dış politika iddialarını desteklemek için kullanıldığına dikkat çekmek gerekir. Öte yandan bu isimler ideolojik olarak birbirlerinden çok farklı noktalarda yer almalarına rağmen yazdıkları kitaplarda öne çıkardıkları jeopolitik çerçeve determinizm ve realizm anlamında birbirine oldukça benzemektedir.

Öte yandan özellikle 2000’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’de akademik olarak eleştirel jeopolitiğe yönelik belli bir ilginin doğduğu söylenebilir. Pınar Bilgin, Lerna Yanık ve Murat Yeşiltaş gibi akademisyenlerin çalışmaları başta olmak üzere özellikle İngilizce literatürde son dönemde Türkiye’nin iç ve dış siyasetini eleştirel jeopolitik ışığında çözümlemeye gayret eden pek çok yeni çalışma dikkat çekmektedir. Her ne kadar eleştirel jeopolitik konusunda Türkçe literatürdeki kaynak sayısı halen çok az olsa da farklı üniversitelerde bu alanda yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin sayısında gözle görülür bir artış vardır.3 Bu durumun Türkiye’de jeopolitik düşünceye hakim olan katı bilimsel determinizmi de belli bir ölçüde hafifletmesi beklenebilir.