Mevcut uluslararası hukuk, hem aktörlerin hem de bu hukuk sisteminin düzenlediği alanların bunca genişliğine rağmen, bugün uluslararası ilişkiler düzeni içinde en belirgin ve etki gücü en yüksek unsur olması gerekirken, özellikle kritik konularda ve önemli kriz anlarında, etki gücü açısından çoğu zaman başka unsurların gerisinde kalmaktadır. Uluslararası güç dengesi, jeopolitik meseleler, ekonomik ve politik merkezlerin yaklaşımı, ulusal çıkar kaygıları gibi unsurlar, ne yazık ki bugün de, zaman zaman özellikle devletlerin önemli çıkarlarını ilgilendiren konularda uluslararası hukukun önüne geçebilmektedir.
Uluslararası hukukun kendisine içkin bazı hususiyetlerin bu hukuk sisteminin önemli uluslararası gelişmeler, kriz anları ya da dönemeç noktalarında olayların gerisinde kalmasına yol açmaktadır. Bu durumda, küresel ve evrensel olma iddiasındaki bu hukuk sisteminin kendi bünyesinde mevcut olan bir kısım açmazlar ve zaaflarla malûl olduğunu ifade etmek gerekir. Bu zaaflardan en başta gelenlerinden birisi, uluslararası hukukun bugün dahi özü itibariyle statükocu olmasıdır. Başka bir deyişle, uluslararası hukuk mevcut dengeleri korumayı öncelemektedir. Burada hukuk, çoğu zaman, kendi başına, toplumsal ve siyasal süreçleri yönlendiren ana unsur olmaktan çok, sahada olan gerçekliklerle, güç dengeleriyle, bir takım jeopolitik hesaplarla, ulusal çıkarlarla ve emperyal politik-ekonomik çıkar kaygılarıyla ana hatları belirlenen bir güzergâhta ortaya çıkan yeni güç dengelerini ya da oldubittileri, bir müddet sonra ‘yasal’ bir zemine kavuşturan bir araçsallığa mahkûm edilmektedir. Bu durum, uluslararası hukukun modern anlamda ilk oluşum noktası olarak kabul edilen 1648 tarihli Westphalia Adlaşmalarından bugüne pek fazla değişmiş görünmemektedir.
Söz gelimi, uluslararası hukukun en temel ilkelerinden birisi olan egemenlik kavramı, hem zuhuru ve hem de yaşadığı dönüşüm itibariyle böyle bir seyir izlemiştir. Aslında bu kavram başlangıçta hukukî bir kavram olarak ortaya çıkmadı. Tarihin bir döneminde Avrupa coğrafyasında egemenlik denen olgu önce fiilî bir gerçeklik olarak zuhur etti; bu süreçte feodalite çöktü ve yerel güç odakları merkezi güçler/krallıklar tarafından yerle bir edildi. Bu odakların siyasî, hukukî ve askerî varlıkları yerle bir edildi. Papalığın, daha doğrusu, Katolik kilisesinin yetkileri budandı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu çöküş sürecine girdi. O süreçte merkezi egemen devletler ortaya çıktı. Ardından, ‘egemenlik’ terimi hukukî bir kavram olarak ortaya çıktı. 20. yüzyılda ise sömürge yönetimi altında yaşayan halkların ortaya koyduğu bağımsızlık mücadelesinin bir neticesi olarak, sömürge yönetimleri bu halkların ulus-devlet formundaki egemenliğini tanımak zorunda kaldılar. Burada vurgulanmak istenen nokta, uluslararası hukukun oluşum ve gelişim sürecinde, önce olayların gerçekleşiyor, ardından da uluslararası hukuk normlarının şekilleniyor olmasıdır.
Aynı şeyi, insan hakları bağlamında, ‘doğal haklar’ konusunda da gözlemleyebiliyoruz. İnsan hakları nedir? Bugün de hâkim olan uluslararası insan hakları doktrinine göre, “insanların doğuştan gelen bir takım hakları ve özgürlükleri vardır. Devlet bunları korumakla mükelleftir”. Yani, biz doğduğumuz anda bir takım haklara sahipmişiz. İyi ama bu nereden çıkıyor, bunun böyle olduğunu nereden biliyoruz, elimizdeki kaynak nedir? Bilindiği üzere, insan hakları doktrini laik bir kavramsal ve kuramsal düzlem içinde şekillenmiştir; başka bir deyişle, Batı’da insan hakları din-dışı bir sosyo-politik bağlam içinde tanımlanmış, içerdiği haklar listesi de buna göre şekillenmiştir. Şüphesiz, başlangıçta, bir kısım düşünürler ve siyasî seçkinler bazı Hristiyanî unsurlardan ‘kültürel temayül ve bakış açısı’ itibariyle etkilenmiş olabilirler. Ne var ki, Batılı insan hakları kümesini oluşturan haklar ve özgürlükler doğrudan doğruya Hristiyanî değer ve normlardan neş’et etmemektedir. O halde bu laik bağlam içinde, nasıl oluyor da, bizim doğuştan bir kısım hak ve özgürlüklere sahip olmamız söz konusu olabiliyor?
İşin aslı şöyle: İngiltere, ABD ve Fransa gibi ülkelerde 17. ve 18. yüzyıllarda mutlak krallıklara ya da sömürge yönetimine karşı siyasî ya da fikrî seçkinlerin öncülüğünde halkın bir kesiminin de katılımı ya da desteği ile devrim dalgaları yaşanmış, bunlar eski rejimi saf dışı ederek liberal bir anayasal (ya da yasal) düzen ihdas etmişlerdir. Hem Fransız hem de Amerikan devrimlerinde, bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan insan hakları bildirileri ve ardından liberal/demokratik anayasalar kabul ediliyor. İşte ‘yaşanan’ bu süreçlerin sonunda, devrimleri meşrulaştırmak için ‘insan hakları doktrini’ ortaya atılıyor. Doktrinin esasını tekrar edelim: İnsanın doğuştan bir takım hakları vardır. Bu hakların devletçe/iktidar sahiplerince göz ardı edilmesi halinde, bireyin/toplumun direnme hakkı vardır. Böylece, keyfiliği öne çıkan, halkın kaygılarını dikkate almayan, halka baskı uygulayan rejimlere/yönetimlere karşı, direnme hakkı, ‘meşru’ addedilmiş olmaktadır. İşte, böyle bir bağlam içinde, ‘doğal haklarımız’ olduğu söylenen haklar ve özgürlükler zuhur etmiştir. Demek ki, genel uluslararası hukukta olduğu gibi, insan hakları alanında da, hukuk normlarının oluşum sürecindeki temel dinamik, fiilî durumlardır.
Benzer şekilde, 1945’te kurulmuş olan Birleşmiş Milletler (BM) örgütünün en önemli organı sayabileceğimiz Güvenlik Konseyi’nin yapısı ve karar alma mekanizması da böyle bir bağlam içinde ihdas edilmiştir. Bu organ içinde toplam 15 üye devlet vardır; bunlardan 5 tanesi veto yetkisi de olan sürekli üyelerdir. Bunlar Çin, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Rusya’dır (1991 öncesinde Sovyetler Birliği’ydi). Bu noktada şu soru sorulabilir: Neden bu beşli ‘sürekli üye’ statüsü ile taltif edilirken, aynı organ içindeki diğer devletler sadece ‘geçici üye’dir? Nedeni aslında basittir: Bu beş devlet II. Dünya Savaşı’nı kazanan, yani savaşın ‘galibi’ olan devletlerdir. Böylece güçlü ve muzaffer olanlar, kendi çıkarlarını ve önceliklerini esas alarak kendi kendilerine böyle bir imtiyaz vermişlerdir. Dolayısıyla, Güvenlik Konseyi’ndeki yapılanma aslında, uluslararası hukukun ya da hukuk ve adalet kaygılarının değil, savaş sonundaki güç dengesinin belirleyici olduğu bir mekanizmadır.
Öte yandan, İsrail’in özellikle hem Filistin halkının hem de komşu Arap ülkelerinin/halklarının toprakları üzerinde işgale dayalı olarak bir yayılmacılık içinde olduğu bilinmektedir. “İsrail nasıl kuruldu?” konusu bir yana, İsrail Devleti’nin 1948 yılında zuhur etmesiyle birlikte, sürekli olarak kaba güç yoluyla yeni topraklar kazandığı gözlenmiştir. İsrail, hem Filistin halkının topraklarını gasp etmiş, hem de komşu Arap ülkelerine karşı saldırı savaşları yapmaktan kaçınmayan işgalci bir devlettir. Bu devletin kurulmasından hemen sonra patlak veren Arap-İsrail savaşında, İsrail ordusu 1948-49 yıllarında zayıf Arap orduları karşısında üstünlük sağlayarak BM Genel Kurulu’nun 1947’deki Taksim Kararı’nda Filistin tarafına bıraktığı, İngiliz mandası altındaki Filistin’in yüzde 44’üne tekabül eden toprakların yarısını ele geçirmiştir. Ardından, 1967’deki Altı Gün Savaşı’nda İsrail, komşu Arap ülkelerinden çok geniş topraklar elde etmiştir: Mısır’dan Sina’yı ve Gazze’yi, Suriye’den Golan bölgesini, Ürdün’den Batı Şeria’yı ve Doğu Kudüs’ü ele geçirmiştir. BM Güvenlik Konseyince 1967’de kabul edilen 242 sayılı Güvenlik Konseyi kararı, bu yazıda ileri sürülen görüşlerin anlaşılması açısından iyi bir örnek teşkil etmektedir. Savaşın sonunda kabul edilen bu kararda, denmiştir ki; “İsrail bu son savaşta elde etmiş olduğu topraklardan geri çekilmek zorundadır.” Soru şu: “Peki İsrail’in daha önce işgal etmiş olduğu Filistin toprakları ne olacak?” Bunun yanıtı açıktır: O işgal toprakları artık İsrail’e aittir. Burada vurgulanmak istenen nokta, uluslararası hukukun genelde mevcut güç dengelerini ve sahadaki oldubittileri korumayı sözüm ona ‘istikrar’ adına önceleme temayülünde olmasıdır; bu da onu statüko savunucusu konumuna indirgemektedir. Şüphesiz bu hukuk sisteminin gelişmeye açık yönleri vardır, ama bugün de bu ‘kaba kuvvet-eksenli’ boyutu genelde hassas/kritik uluslararası konularda öne çıkmaktadır.
Uluslararası hukukun bir başka özelliği ise, yukarıda zımnen ifade etmiş olduğumuz üzere, dayandığı temel değerler sisteminin adalete yaslanmış olmamasıdır. Yani burada hukuk adalet ile kaim değildir. Uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda ihdas edilmiş olan uluslararası hukuk mekanizması bunu açıkça ortaya koymaktadır. BM Kurucu Andlaşması’nın 39. maddesine göre, Güvenlik Konseyi, herhangi bir saldırı ya da saldırı tehdidi zuhur ettiğinde ya da genel olarak uluslararası barış ve güvenlik tehlikeye düştüğünde, durumun gerektirdiği tedbirleri alma hakkına sahiptir. Bu durumda ne yapılacağına Güvenlik Konseyi’nin kendisi karar verecektir. Bu demektir ki, herhangi bir savaş, silahlı saldırı ya da silahlı saldırganlık karşısında Güvenlik Konseyi isterse sessiz kalma tercihinde de bulunabilir. Bu organı başka türlü davranmaya zorlayacak herhangi bir organ, kurum ya da mekanizma BM Kurucu Andlaşması’nda öngörülmüş değildir. Daha açık bir deyişle, hem sorunu tanımlama, hem karar alma, hem de kararı uygulama aşamasında Güvenlik Konseyi sonsuz bir yetkiye sahiptir. İyi de, BM’nin bu en güçlü organını söz gelimi Uluslararası Adalet Divanı (UAD), hukukî/yargısal olarak denetleyemez mi? UAD, ‘dünya mahkemesi’ olarak da bilinmekte olup, BM’nin altı organından birisidir. Adalet Divanı, ne acıdır ki, uluslararası barış ve güvenlik konularında hiçbir şekilde Güvenlik Konseyi’ni denetleyememektedir. Bu yargı organına, 1990’lı yıllarda, bu mesele etrafında, şöyle bir soru yöneltilmişti: “Söz gelimi, uluslararası toplumda, Güvenlik Konseyi’nin belli bir konuda yetki aşımına gittiği, haddinden fazla yetki kullandığı kanaati varsa, bu durumda acaba UAD bu konuda bir yargı kararı alabilir mi? Başka bir deyişle, Divan, Konsey’in yetkilerini hukuken denetleyebilir ve böylece Konsey’in yetkileri sınırlanabilir mi?” UAD, bu konudaki Danışma Görüşü’nde, bu organın kararlarının ‘siyasî’ nitelikli olması itibariyle, bir ‘yargı’ organı olarak kendisinin Konsey’i ‘siyaseten’ denetim yetkisinin olmadığını belirtmiştir.
Uluslararası hukukun bir başka özelliği şiddet-eksenli olmasıdır. Neden ve nasıl? Klasik uluslararası hukuk döneminde, yani 20.yüzyıldan önceki dönemlerde, Batılı büyük güçler (Britanya İmparatorluğu, Fransa, İspanya vs.), Asya’nın önemli bir kısmını, Afrika’yı ve Amerika kıtasının tümünü sömürgeleştirdikleri zaman, bu toprakları ifade etmek üzere, “boş/insansız topraklar” anlamına gelen, Latince terra nullius terimini kullandılar. Bu topraklarda yaşayan medeniyetlerin ve kültürlerin ‘aşağı’ olarak görülmesini ve onların oluşturdukları siyasal yapıların ‘egemen’ olma yeterliğine sahip olmadığını imleyen bu terim, bazı kadim devletler bir yana, Batı dışı dünyanın sömürgeci güçlerce işgal, talan ve suiistimaline cevaz veren bir hukuki statü olarak uzun bir süre ‘saygın’ bir uluslararası hukuk kavramı olarak varlığını devam ettirmiştir. Uluslararası hukuk işte bu yapısal şiddeti bir miras olarak bünyesinde barındıran bir hukuk sistemi olagelmiştir.
Uluslararası hukukun şiddet-eksenli oluşunun bir başka delili ise, uluslararası hukuktaki çok ciddî dönüşümlerin daha çok büyük savaşlardan sonra ortaya çıkmış olmasıdır. Mesela, 1648 Westphalia Anlaşmalar düzeni, Otuz Yıl Savaşları’ndan sonra oluşturulmuştur. Yine, 1815 Viyana Andlaşması’ndan sonra ortaya çıkan, “Avrupa Uyumu” adı verilen diplomatik düzenlemeler, aslında Napolyon savaşlarından sonra statükoyu yeniden tesis etmeyi amaçlamaktaydı. 20. yüzyıla geldiğimizde ise, Milletler Cemiyeti sisteminin I. Dünya Savaşı’nın hemen akabinde oluşturulduğunu görüyoruz. Bu sistem uluslararası barış ve güvenliği muhafaza etme hususunda öylesine acziyet sergilemiştir ki, 1939 yılında patlak veren II. Dünya Savaşı âdeta ‘geliyorum’ demiştir. Bu korkunç savaştan sonra, yine yaşadıklarından ‘ders alan’ (muzaffer) devletler, 1945 yılında savaş biter bitmez, Birleşmiş Milletler örgütünü kurmuşlardır. O halde, açıktır ki, uluslararası hukuktaki kapsamlı dönüşümler bugüne dek genellikle büyük savaşlardan sonra ortaya çıkmıştır. Bu anlamda uluslararası hukukun şiddet-eksenli olduğu açıktır.
Uluslararası hukukun bir başka ayırıcı özelliği olarak, onun, bugün de, hem bu hukuk sistemi bünyesinde hem de dünyada yaşanan bunca değişime rağmen, büyük ölçüde Batı-eksenli ve Batının başatlığını tescil edici nitelikte oluşudur. Başka bir deyişle, mevcut uluslararası hukuk, en başta uluslararası örgütler hukuku bağlamında, Batılı egemen güçlerin hâkimiyetini büyük ölçüde meşrulaştırmaktadır. Bu hususta elde yeterince delil vardır ki, bunlardan bir tanesi, uluslararası hukukun kendisine esas aldığı temel kavram, ilke ya da varsayımlar bugün de büyük ölçüde Batı-patentli oluşudur. Bunların önde gelenleri şunlardır: ulus-devletin başatlığı, egemenlik, başka devletlerin içişlerine karışılmasının yasaklanması, klasik (birey eksenli-negatif) insan haklarının öncelikli konumu, pozitif hukukun ‘sert hukuk’ olarak hiyerarşik üstünlüğü, adalet yerine istikrara vurgu, teröre karşı savaşın küresel yoksulluk ve aşırı silahlanmaya öncelenmesi. Bunların ikincisi, hem BM Güvenlik Konseyi’nde sürekli üyelerin üçü (Rusya dâhil edilirse, dördü), hem de UAD’nda bulunan yargıçların çoğunluğu (Latin Amerika ülkeleri de dâhil edilirse) Batılı devletler grubundan gelmektedir. Genel olarak, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi önde gelen uluslararası kurumlarda da Batılı devletlerin diğer devletler grubundan çok daha büyük bir ağırlığı olduğu görülmektedir. Son olarak, dünyada nükleer silah sahibi olan devletler içinde Batılı devletler grubunun özel bir ağırlığı vardır. ABD, İngiltere ve Fransa gibi Batılı devletler ve onların yakın bağlaşığı olan İsrail ve yine kısmen Batılı sayılabilecek olan Rusya nükleer silahları konusunda hâkim konumdadır. Batı dışı dünyada ise nükleer silah sahibi olan az sayıda devlet vardır; bir elin parmağını geçmeyen bu devletlerin dışında kalan diğer devletlerin ise nükleer silah sahibi olması, 1968 tarihli Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Andlaşması çerçevesinde yasaklanmıştır. Nükleer silahlara ilişkin bu ‘tuhaf’ durum, bir taraftan uluslararası hukukun Batı-eksenli oluşunun bir işareti olarak okunabilirken, bir yandan da, uluslararası hukukun bugün bile şiddet-eksenli olduğunu ve güçlü devletlerin ulusal çıkar önceliklerini önemli ölçüde yansıttığını göstermektedir.
Uluslararası hukukun, hem geçmişte hem de bugün, çoğu zaman fail olmaktan ziyade ‘yüksek politik’ gerçeklerce yönlendirilen bir konumda olduğu açıktır. Uluslararası hukukun hemen her alana nüfuz ettiği ve ‘evrensellik’ iddialarının hiç olmadığı denli kabul gördüğü bu ‘küreselleşme’ evresinde, bu hukuk sisteminin güç ve şiddet-eksenli, statükocu ve Batı-yönelimli olmaya devam etmesi, tam bir anakronizm örneği teşkil etmektedir. Uluslararası hukukun, gelecekte, küresel hegemonik düzenin dayattığı reelpolitik ayak bağlarından kurtulması gerektiği açıktır.