Dünyada ve Türkiye’de Göç Araştırmaları alanının giderek önem kazandığı bilinmektedir. Disiplinlerarası bir nitelik sergileyen Göç Araştırmaları, o denli kapsamlı bir hal almıştır ki, 1980’li yılların başlangıcından buyana Mülteci Çalışmaları adı altından başka bir araştırma alanı daha belirmeye başlamıştır. Kökenini Şikago Sosyoloji Ekolü’ne götürebildiğim ve 20. Yüzyılın başında özellikle bir göç ülkesi olan Amerika Birleşik Devletleri’nde göç deneyimlerini konu alan çalışmalara imza atan Robert Ezra Park, William I. Thomas, Florian Znaniecki gibi önemli bilim insanlarına referansla ortaya çıkmaya başladığını düşündüğüm Göç Araştırmaları teorik açıdan çok zengin bir alandır. Sosyoloji, Antropoloji, Siyaset Bilimi, İktisat, Hukuk, Felsefe gibi temel disiplinlerden beslenen Göç Çalışmaları geçtiğimiz yüzyılda ve bu yüzyılda farklı teorik açılımlarla evrilmeye devam etmiştir. Marxist bir yaklaşım olan “İtici-Çekici Güçler” yaklaşımının egemenliğinde başlayan bu çalışma alanı daha sonra yine bir Amerikalı bilim insanı olan Wilbur Zelinsky ile öncelik kazanan “Modernleşmeci” yaklaşım ile zenginleşmiştir. Immanuel Wallerstein’in “Dünya Sistemleri” teorisi ile Kalkınma İktisadı yaklaşımının daha fazla etkisi altına giren Göç Çalışmaları daha sonra bu kez “Sosyal Ağlar” paradigmasının etkisinde kalmıştır. Thomas and Znaniecki (1918)’nin Avrupa ve Amerika’da Polonyalı Köylü (The Polish Peasant in Europe and America) adlı çalışmasından kaynağını alan ve daha sonra Manuel Castells and Gustavo Cardoso (2005)’nun Ağ Toplumu (The Network Society) başlıklı çalışmalarıyla popülerlik kazanan bir alan olmuştur Göç Çalışmaları. 1990’lı yıllar itibariyle bu kez “ulusaşırı alan” paradigmasının bir tür moda olduğu alan Küresel Antropoloji diye nitelendirebileceğimiz ve öncülüğünü James Clifford, Ulf Hannerz, Steven Vertovec, Robin Cohen, ve Nina Glick-Schiller gibi isimlerin yaptığı bir alan olarak daha da belirgin hale gelmiştir.
Ülkemizde de Göç Çalışmaları alanı tarihi olan bir alandır ve özellikle 2000’li yılların başlangıcından bu yana çok gelişme göstermiştir. Nermin Abadan Unat ile başlayan uluslararası göç literatürümüz, ülke içindeki insan hareketliliği konusunu sosyolojik yaklaşımlarla çalışan Bahattin Akşit ve İlhan Tekeli gibi araştırmacılar tarafından zenginleşmiştir. Çağlar Keyder’in kapitalizmi anlatan çalışmaları ve Sema Erder’in gecekonduların oluşumunu betimleyen çalışmaları Göç Çalışmaları alanına daha büyük zenginlik katmıştır hiç şüphesiz. Daha sonraki yıllarda Kemal Kirişçi, Ahmet İçduygu, Nuray Ekşi, Helga Tılıç, Bianca Kaiser, Canan Balkır gibi isimlerin çalışmaları çok farklı disiplinlerin getirdikleriyle birlikte büyük bir canlılık getirmiştir alana. Yazının hacminin el vermemesi nedeniyle isimlerini tek tek sıralayamayacağım biliminsanlarının katkıları ile Göç Çalışmaları 2000’li yıllarda daha da hareketlenmiştir. Göç Çalışmaları disiplini gibi bir alanın Türkiye gibi bir coğrafyada yer etmemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Göçle kurulan bir ülke olduğumuz gerçeği, gurbet olgusunu anlatan halk edebiyatı örneklerinde, Türkülerde, şiirde, romanda ve diğer pek çok edebi ve sanatsal eserde her zaman yer bulmuştur.
Aslında dünya tarihini göçler tarihi şeklinde okumak pekala mümkündür. Kavimler göçü, sömürgecilik, kölelik, sözleşmeli işçi göçü, misafir işçi göçü, geleneksel diasporalar, modern diasporalar, kırdan kente göç, mültecilik, zorunlu uluslararası göç, zorunlu ülke içi göç, nitelikli insan göçü, beyin göçü, hareketlilik ve benzeri pek çok başlık altından tarihsel bir süreklilik içinde tartışılan göç ve insan hareketliliği konusu özellikle küreselleşmenin insanlara sağladığı hızlı ulaşım ve haberleşme imkanları nedeniyle hızla nitelik değiştirmeye başlamıştır. Göç konusu öyle bir hal almıştır ki, bu alanda çalışan insanların “göç” ve “göçmen” kavramarını bile kullanmaktan kaçınır, imtina eder hale getirmiştir. Bu nedenle, küresel düzlemde “hareketlilik” halinin bir tür norm haline gelmesiyle birlikte “göçmen” kavramı yerine “transmigrant” veya “göçmen-ötesi” kavramının kullanımı bile önerilmiştir.
Hangi şekilde kullanılırsa kullanılsın, göç ve insan hareketliliği bütün canlı hareketlilikleri gibi doğallığını ve normalliğini korumak durumundadır. Bugünlerde giderek büyük bir önem arzeden Mülteci Krizi’nin görece çözümü bağlamında Sahraaltı Afrika göç yolunun ve Balkanlar’daki göç yolunun binlerce yıllık göçmen güzergahları olduğu gerçeğini unutmayalım. Benzeri yollar Amerika kıtasında veya Asya kıtasında da mevcuttur. Anadolu zaten tam da bu tür bir tarihi göç güzergahı üzerinde bulunan bir coğrafyadır. Göçlerle kurulan bir ülkenin insanları, yurttaşları, sakinleri olarak göç konusunda her ne kadar bilimsel anlamda büyük mesafeler katetmiş olsak da göç konusunun hakettiği şekliyle eğitimde, öğretimde, müfredatta işlendiğini söylemek ve dört başı mağmur göç ve entegrasyon politikaları oluşturduğumuzu iddia etmemiz pek mümkün değil maalesef. Her ne kadar, Osmanlı İmparatorluğu döneminde göç ve iskan politikaları aslında oldukça kapsamlı bir şekilde tanımlanmış ve uygulanmış olsa da daha sonraki dönemde bu konuda yeterince mesafe katedildiğini söylemek mümkün değildir. Bu durum biraz da ulus-devletin kendi doğasına içkin bir durumdur. Ulus-devletin homjenleştiren ve farklılıkları biraz gözardı edebilen bir yapıya sahip olması gerçeğinden olsa gerek bu coğrafyada yaşayan insanların nereden gelip nereye gittiklerinin pek de önemi olmamıştır maalesef. 2000’li yılların başlangıcından buyana özellikle Avrupa Birliği entegrasyonu sürecinde farklı paydaşların Türkiye’de birlikte çalışmak suretiyle göç ve uyum politikalarını oluşturmaya başladıkları görülmektedir. Yine bu yazının hacmi izin vermedğinden bu sürece ayrıntılı oalrak değinmem mümkün olmayacaktır. Ama şu kadarını söyleyerek yazının son kısmına geçmek istiyorum. Göç konusu kamu açısından öylesine önemli bir konu haline gelmiştir ki, daha önceleri demografi ana başlığı altında eriyen bu konu 10. Beş Yıllık Kalkınma planında bu kez Demografi başlıının önünde başlı başına bir tema olarak çalışılmış ve ifade edilmiştir. Göç konusu artık bir tehdit olarak değil bir zenginlik olarak yorumlanmaya başlanmıştır. 2000li yıllar ayrıca göçün güvenlikleştirilmek yerine bir tür zenginlik olarak görülmeye başladığı bir dönem olmuştur. 2014 yılı itibariyle İçişleri Bakanlığına bağlı olarak kurulan ve bütün ülkede ve aynı zamanda yurtdışında örgütlenmeye başlayan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, göç konusunu güvenlik güçlerinin hükümranlık alanından alıp sivilleştirmiştir.
Son olarak Göç Çalışmaları alanının ülkemizdeki bugünü hakkında bazı gözlemlerimi ifade ederek ve gelecekte bu alanda çalışmalarını yürütecek olan nesillere bazı önerilerde bulunarak bu yazıyı tamamlamak istiyorum. Yukarıda ifade ettiğim şekliyle gerek dünyada gerek ülkemizde Göç Çalışmaları çok güçlü bir geleneği içinde barındırmaktadır. 2000’li yıllarda artık göç veren bir ülke olmaktan ziyade daha çok göç alan bir ülke haline gelen Türkiye’de özellikle Uluslararası göç, mültecilik, ulusaşırı alan, toplumsal ağlar ve göçmenler gibi konuların ayrıntılı bir şekilde çalışılması gerekmektedir. Ancak, son yıllarda göç ve mültecilik çalışmalarına bakıldığında önemli bazı sorunların sıklıkla tekrarlandığına tanık olmaktayız. Özellikle geçici koruma kapsamında Türkiye’de bulunan Suriyelilere ilişkin yapılan araştırmaların neredeyse tamamı bulaşıcı bir hastalığın etkisi altında gibidir. Hastalık olarak nitelendirdiğim şey niceliksel çalışmaların çokluğudur. Niceliksel çalışmalar, sundukları teorik ve metodolojik yaklaşımlarla beslendiklerinde ulusal ve uluslararası bilimsel literatüre önemli katkılar yaparlar. Ancak bugün yapılan çok sayıdaki niceliksel çalışmada teorik ve metodolojik açıdan bir zenginlik bulunmadığını dolayısıyla dünya literatürüne yeterli katkıyı sunmadığını görüyoruz.
Bu eksikli bizi antropolojik, etnografik ve sosyolojik çalışmalara daha fazla yönlendirmelidir. Mültecilerin ve göçmenlerin insani yanlarının görülmediği, bu insanların sadece sayılardan, yüzdelerden ve demografik olarak sürekli çoğaldığı düşünülen varlıklardan ibaret olduklarının varsayıldığı sözde bilimsel çalışmalar korkunun egemen siyasetine katkıda bulunmadan öteye gidemez. Benim tanık olabildiğim kadarıyla, henüz yapılmakta olan birkaç etnografik araştırma dışında kültürel benzerlik, kültürel farklılık, öznellik, kimlik, kültürel donma ve benzeri kavramları kullanmak suretiyle yeterince araştırma maalesef mevcut değildir. Bir diğer önemli konu ise, araştırmaların yerel düzeydeki olguları anlamak yerine ülke genelinde iddialarda ve çıkarımlarda bulunmak gibi bir ihtiyacı hissediyor olmalarıdır. Halbuki, göçler ve göçmenleri sosyolojik ve antropolojik açıdan belirleyen, tanımlayan yerel bağlamlardır. Dolayısıyla, araştırmacılar olarak genelleştiren makro ölçekli çalışma biçimleri yerine yerel olana vurgu yapan ve kaynağını yerelden alan araştırmalara öncelik vererek bu alanın zenginleşmesine daha fazla katkıda bulunabiliriz.
Teorik ve metodolojik konulardaki eksiklikler nedeniyle dünya literatürüne katkıda bulunmakta zorlanırken, bir diğer eksiklik nedeniyle de her defasında yaşanan göçlerin adeta ilk kez yaşanıyor, ilk kez tecrübe ediliyormuş gibi bir havayı getiriyor olmasıdır. Halbuki, araştırmalara mutlaka eklenebilecek tarihselci bir perspektif Türkiye’ye doğru veya Türkiye’den yurtdışına doğru yaşanan göçlerin tekil göçler olmadığı tarih boyunca farklı nedenlerle yinelenen süreçler olduğu gerçeğini hatırımızda mutlaka tutmamız gerekiyor. Tarihsel bilgi gözardı edilmez ise, günümüzün göç ve entegrayon politikalarını belirleme süreçlerine üreteceğimiz bilgi ile katkıda bulunurken ülke olarak sahip olduğumuz habitusu yeniden kullanıma sunabiliriz. Bir yandan uluslararası örneklerden beslenirken ve karşılaştırmalı çalışmalar yaparken diğer yandan ülkenin tarihinde ve bu coğrafyanın modern zamanlarında yaşanılan göç örneklerinden dersler çıkarmak mümkün olabilir.