Uluslararası ilişkilerin 20. yüzyılın başında akademik bir disiplin olarak ortaya çıkmasında rol oynayan unsurlardan biri ve belki de en önemlisi, kurumsal eğitim-öğretim faaliyetleriydi. Disiplinin ontolojisi ve temel amacı olan savaş-barış sorununun anlaşılması ve önlemler alınması, sadece devletlerin diplomasi, an(t)laşma, örgütlenme, silah(sız)lanma, politika yapımı, strateji gibi uygulamalarının ve yöntemlerinin anlaşılması ile yeterli olmazdı; aynı zamanda ve hatta daha önemlisi bu yönde toplumsal, kültürel, evrensel bilinçlenmeyi geliştirecek önleyici tedbirler almak gerekirdi. “Eğitim” ile “öğretim” kavramları ve süreçlerinin farkını da dikkate aldığımızda, uluslararası ilişkiler olgusunun sadece devletler arası bir “idarecilik” işi olmadığı ama daha kapsamlı ve çok boyutlu bir kültürleşme ve sosyalleşme konusu olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu bağlamda, uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi, bir yandan uluslararası ilişkilerin oluşturucusu ve uygulayıcısı olan bürokratların, siyasilerin ve her çeşit (sivil, askeri) uzmanların ve ilgili kitlelerin uluslararası ilişkiler olgusu ve temel savaş-barış konusunda eğitilmesi, diğer yandan bu konularda uzmanlaşmak isteyen insanların sistematik bir şekilde üniversitelerde ve benzeri kurumlarda öğrenim görerek yetkin entelektüeller ve öğretim kadroları olarak temayüz etmeleri için yapılan faaliyetlerden oluşan külli bir süreçtir.

Her ne kadar “eğitim” faaliyeti, teorik olarak ve özü itibarıyla belli kurumlar içinde belli yaşlarla ve dönemlere sınırlandırılmış olsa bile, özellikle Hayat Boyu Öğrenim (LLL) kavramı dikkate alındığında, uluslararası ilişkiler eğitiminin sadece üniversitelerin uluslararası ilişkiler bölümlerinde 4 yıllık dönemle sınırlı kalmayacağı, anaokulundan emeklilik sonrasına kadar her kademe ve dönemde yapılmasının gerektiği söylenebilir. Zira uluslararası ilişkiler, genelde insanların zannettiği gibi, sadece diplomatların, siyasilerin, askerlerin yaptığı ve ilgilendiği bir meşgale değil, bilakis tüm toplumun ve insanlığın bir şekilde ve oranda dahil olduğu ve yaşamı her yönüyle ilgilendiren bir realitedir. Bu yönüyle uluslararası ilişkilerde ve özellikle savaş-barış, zenginlik-yoksulluk, hak-hukuk-adalet gibi temel konularda sağlıklı sonuçlar alınabilmesi için herkesin hayat boyu eğitiminin ve ilgili uzmanlarca öğretiminin sürdürülmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Daha ideal bir dünyanın oluşması için hem uzmanların ürettikleri kavram, teori, model, kurum ve kurallardan oluşan uluslararası ilişkiler (akademi) disiplinine hem de tüm toplumların ve insanlığın bu disiplinin ürettiği bilgiler ışığında olgunlaşmış sağlam bir sosyolojik zemine ihtiyaç vardır. Bu faaliyetler, kısa dönemde “tedavi edici hekimlik” gibi çareler üretirken, uzun dönemde “önleyici halk sağlığı hekimliği” gibi kalıcı ve sürekli bir barış, güvenlik, istikrar, refah ve adaletin sağlanması yönünde sonuç ortaya çıkarabilir. Bunun başarılması, uluslararası ilişkilerin temel konuları ve sorunları ile bunların dayandığı felsefenin, ilgili kurumlar ve süreçlerde her düzeyde yapılacak eğitim-öğretimi ile mümkündür. Esasında, uluslararası ilişkilerin çok boyutlu, çok seviyeli ve çok katmanlı bir alan olduğu dikkate alındığında, onu anlamak ve açıklamak için en temelde bireyi ama aynı zamanda toplumu, ekonomiyi, devleti, siyaseti ve dünyayı merkezine alana bir eğitim ve öğretim gerektirir. Bu nedenle uluslararası ilişkiler eğitiminin sadece üniversite düzeyi gibi insan eğitim bakımından oldukça geç bir dönemde ve sadece belli bir gruba (üniversite öğrencilerine) verilmesi yeterli değildir. Uluslararası ilişkiler konularının/sorunlarının hepsi de kapsamlı bir felsefe ve kültürün yansımaları olduğu için, kapsamlı ve sürekli bir eğitim ve öğretim süreci gerektirir.

Özetle vurgulamak gerekirse, savaşların son bulması ve barışın daimi olması için, zenginlik ve fakirlik uçurumlarının ve yoksulluk-refah uçurumu sorunlarının çözülmesi için, evrende hakkaniyet, hukuk ve adaletin hakim olabilmesi için sadece dar devletlerarası ilişkiler konusunun değil, bu amaçlara uygun insanının, bireyin, toplumun, ekonominin, devletin, siyasetin ve dünyanın kurulması ön şarttır. Uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi aslında tüm bunları amaçlayan ve içeren bir müfredatlar zincirinin, kültürleşmenin, sosyalleşmenin, siyasallaşmanın ve örgütlenmenin oluşturulmasını gerektirir.

Ama uygulamada bunun olduğunu veya ileride olabileceğini en azından geçen yüzyıllık tecrübeler ışığında söyleyebilmek pek mümkün değildir. Bazı ülkelerde belli oranda bu amaca uygun veya yakın temel ve yüksek eğitim-öğretim verildiği (örneğin İskandinav ülkeleri gibi) görülse bile dünya genelinde bunun geçerli olduğunu söyleyemeyiz.  Zira hem batı ülkelerinde hem Türkiye’de hem de bilebildiğim kadarıyla tüm dünyada uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi genel olarak iki kurum içinde dar bir uluslararası ilişkiler tanımı ve anlayışı üzerinden yapılmaktadır. Birincisi ve önceliklisi, ilk kez 1919 yılında İngiltere’de (Aberystwyth’te) başlayıp daha sonra tüm dünyada yaygınlaşan süreçte üniversitelerde kurulan uluslararası ilişkiler veya siyaset bilimi bölümleri içinde 3-4 yıllık lisans, 1-2 yıllık yüksek lisans/master ve 4-5 yıllık doktora/PhD programları olarak verilmektedir. İkincisi, yine ilk kez İngiltere’de (Chatham House- RIIA) ve ABD’de (Council on Foreign Relations) başlayıp daha sonra diğer ülkelerde yaygınlaşan düşünce üreten kurumları (think-tanks), sivil toplum kuruluşları ve enstitüler gibi ortamlarda, daha çok ilgili kurum veya kuruluşun özel amacına/misyonuna uygun manipülasyon ile yapılan eğitim-öğretim faaliyetleridir. Bunlara üçüncü bir grup olarak, özellikle devletlerin dışişleri bakanlıkları veya ilgili başka bakanlıkları içinde verilen hizmet-içi eğitim veya halka açık eğitim-öğretim programlarını ve faaliyetlerini eklemek gerekir ki, bunlar birkaç hafta ile birkaç ay süren kısa dönemli ve ad hoc niteliktedir.

İlk defa Uluslararası İlişkiler bölümü açan üniversite, Aberystwyth Üniversitesi

Uluslararası savaşları önlemeyi ve barış kültürünü geliştirmeyi amaçlayan idealistlerin savunduğu bu süreç ve hedef, uluslararası ilişkiler pratiklerindeki ve teorilerindeki gelişmelere bağlı olarak önemli ölçüde başarısız olmuş ve aynen disiplinin ana paradigmasında görülen trendler gibi devlet merkezci, ulus-devletçi, ulusal çıkarcı, güç anlayışına dayalı realist anlayışa ve politikalara uygun bir eğitim-öğretime dönüştü. Özellikle İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere hemen hemen tüm ülkelerin karşılaştıkları uluslararası sorunlar, uluslararası ilişkilerin militarist, savunma ağırlıklı, strateji, dehşet dengesi ve kötümserlik analizine dayanan realist paradigmaya uygun eserlerin üretilmesine ve bu eserlerin eğitim-öğretimde kullanılmasına yol açtı. Realist teorinin etkisi altında eğitim-öğretim gören öğrenciler, mezuniyet sonrasında bürokrat, siyasetçi ve öğretim üyesi olan uzmanlar olarak bu atmosferde şekillendi ve yaygınlaştı. Elbette ki, barış kültürünü destekleyen idealistlerin ve oluşumların da her zaman var olduğu doğrudur; örneğin Avrupa Birliği gibi barış projelerinin uygulandığını biliyoruz; ama tüm bunlar, genel uluslararası yapı içinde etkisiz kaldı, hatta realistlerin “ütopyacılık” diye küçümsedikleri bilgiler veya gelişmeler olarak görüldü. Bu tablonun dünya çapındaki varlığını ve etkilerini görebilmek için; uluslararası ilişkiler konusundaki yayınlara, üniversitelerdeki uluslararası ilişkiler bölümlerinin ve programlarının müfredatına, akademisyenlerin tezlerine ve yayınlarına, kavramlara, ders kitaplarına, makalelere, konferanslara bakılması yeterli olacaktır.

Türkiye Örneği

Aslında yukarıdaki durumun ya da tablonun tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmaz. Türkiye’nin uluslararası ilişkiler konumuna ve sosyolojik yapısına bakarak da Türkiye’deki genel uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin niteliği hakkında görüş çıkarsamak mümkündür. Ancak somut olarak baktığımızda, Türkiye’deki uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin de diğer ülkelerde olduğu gibi kısmen sivil veya devlet destekli düşünce kuruluşları aracılığıyla ve genelde üniversitelerdeki uluslararası ilişkiler bölümlerinde yapılmakta olduğunu görmekteyiz.

Aynı şekilde, bu eğitim-öğretimin içeriği ve hedefi de genel olarak realist paradigma etkisinde altında kalmıştır. Türkiye’deki uluslararası ilişkiler akademyasının çok büyük bir bölümünün (bilinçli veya bilinçsiz şekilde) realist olduğunun bilinmesi yanında, genel Türk toplumunun ve aktörlerinin de farklı bir çizgide olduğunu söylemek zordur. Bunun en bariz göstergeleri, siyasi parti veya ideolojik eğilimlerden bağımsız olarak; ülkedeki yaygın devlet merkezlilik, olağanüstü güvenlikçilik, neredeyse istisnasız ulusal çıkarcılık, milli egemenlikçilik, çıkar odaklı dış politika arzusu, yüksek düzeyde Türk (ve Kürt) milliyetçiliği gibi eğilimlerde görülür. Genelde Kürt sorunuyla ve özelde PKK/PYD terörüyle mücadele bağlamındaki gelişmeler ve özellikle bugünlerde devam etmekte olan Zeytin Dalı adlı Afrin operasyonu konusunda halkın, entelektüellerin, akademyanın, sosyal medyanın ve elbette ki uluslararası ilişkiler öğrencilerinin ve akademisyenlerinin genel duruşları ve görüşleri de bu durumu teyit ve ispat etmektedir. Bu yönüyle akademya ve toplumun karşılıklı olarak birbirini aynı yöne (realizme) doğru manipüle ettiği söylenebilir.

Her ne kadar Türkiye’de ve dünyada uluslararası ilişkiler eğitim-öğretim içerikleri  realist paradigmanın etkisinde olması bakımından benzer olsa bile, Türkiye’de uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin, en azından benim biraz bildiğim Avrupa ve özelikle İngiltere örnekleriyle karşılaştırıldığında, ciddi anlamda farklı ve özgün karakterlerinin olduğu söylenebilir. Bu özgünlüğün kısmen Türkiye’nin kendi uluslararası ilişkiler tecrübesinden, bunun ortaya çıkardığı ürünlerden ve yansımalardan kısmen de Türkiye’nin kendi sosyo-kültürel, tarihsel ve eğitim-öğretim gelenekleri ile ilgili farklılıklardan kaynaklandığı söylenebilir.

YÖK Üniversitelerinin “Uluslararası İlişkiler” Anatomisi

Türkiye’de uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin ve araştırma-yayınlarının yapıldığı ilk kurum olan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi- SBF (ya da Osmanlı’daki adıyla Mülkiye-i Şahane) Uluslararası İlişkiler bölümü (orijinali Hariciye/Diplomasi Şubesi) ile ilk düşünce kuruluşu özelliğindeki (yarı resmi) Dış Politika Enstitüsü’nün müfredat, program, yayın, kadro, faaliyet ve paradigmaları incelendiğinde, her iki kurumun da tipik hatta bazen olağan dışı bir şekilde realist paradigmanın etkisi altında eğitim-öğretim ve araştırma-yayın yaptıkları görülür. Çok sıkı devletçiliğin, ideolojik (Kemalist-Atatürkçü) atmosferin, devlete memur (hariciyeci) yetiştirmeye odaklı bir müfredatın geçerli olduğu SBF Uluslararası İlişkiler bölümü, genelde devlet mevzuatının eğitim-öğretimine yoğunlaşmıştır. Özellikle 1980’lere kadar belli dönemlerde Marxist-Sosyalist ideolojinin etkisine girmiş olsa da, esasında Kemalist-Atatürkçü ideoloji her zaman üstünlüğünü korumuştur. Bu şartlar altındaki SBF Uluslararası ilişkiler bölümünün ders müfredatı, devlete bürokrat yetiştirmeyi amaçladığı için son zamanlara kadar disiplinin temel konuları ve dersleri programda pek yer almamıştır. Daha çok Türkiye genel ve inkılap tarihi (tabii ki resmi/sübjektif tarih), sosyolojisi, siyaseti, hukuk mevzuatı gibi ulusal konulara, kısmen de uluslararası kurumlar, uluslararası alt-bölgeler, diplomasi, siyasi tarih gibi uluslararası ilişkiler konularına yer vermiş, ancak uzun zaman uluslararası ilişkiler teorileri, eleştirel ve araştırmaya yönelik perspektifler, uluslararası ekonomi politik gibi disiplinin özünde olan derslere yeterince yer vermemiştir. Seyfi Taşhan’ın hiç değişmeyen başkanlığında çalışan Dış Politika Enstitüsü ise 1974’den beri yayınlanan Dış Politika ve Foreign Policy dergilerinde sadece ampirik, deskriptif/betimleyici Türk dış politikası konularında makalelere yer vermiş, paralel nitelikte ve düzensiz aralıklarla kitap ve benzeri yayınlar yapmıştır.

SBF’nin uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi, hem yaklaşım ve paradigma olarak hem de bölümün yapısı ve ders müfredatı bakımından, askeri darbe sonrasında gelişen yeni Anayasal ve militarist düzende kurulan YÖK ve üniversitelerine öncülük etmiş, model olmuştur. YÖK sistemi içinde açılan İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri (İİBF) içindeki uluslararası ilişkiler bölümleri de aynen SBF perspektifini, müfredatını, yöntemlerini kopya ederek kurulmuşlar ve bugüne kadar da genelde aynı şekilde devam etmişlerdir. İİBF uluslararası ilişkiler bölümlerinin çoğu, fakültenin ana omurgası olan iktisat-işletme-maliye gibi derslerin yanında uluslararası ilişkilere giriş, politika, Türk dış politikası, uluslararası hukuk, uluslararası örgütler, uluslararası teoriler ve bölge çalışmaları ile desteklenmiştir. Tüm bölüm müfredatı, yoğun bir tarihçilik, kısmen hukuk, kısmen de ansiklopedik bilgilendirme üzerine inşa olmuştur. Tarihçilik genelde Türkiye tarihinin Kemalist bir perspektifte (Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi gibi vazgeçilmez derslerin etkisinde) incelenmesi şeklinde olmakla birlikte, özellikle son on yıllarda Osmanlı tarihi ve Yeni Osmanlıcı ideoloji etkili olmaya başlamış veya eş ağırlıklı hale gelmiştir.

Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi

SBF veya İİBF uluslararası ilişkiler bölümlerinde disiplinle doğrudan ilgili olmayan derslerin zorunlu olarak verilmesi, kısmen öğrencilerin iş bulmalarına yardımcı olmak amacıyla kısmen de yeterli uluslararası ilişkiler öğretim elemanın olmaması veya öğretim eleman kadrolarının ihtiyaçları nedeniyledir. Bir derecede anlaşılabilir olan bu durumun, sonuç itibarıyla çok etkili olduğunu söylemek güçtür. Öncelikle birbirinden farklı derslerin interdisipliner bir bütünlük veya sosyal bilim felsefesi oluşturduğu söylenemez; zira tüm dersler birbirinden kopuk ve ilişkisiz verildiği için öğrencinin ve bölümün özgün bir interdisipliner eğitim-öğretim kalitesi elde etmesi mümkün olmamaktadır. Bu eklektik uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi, uluslararası teori ve sosyal bilim entegrasyonuna dönük bir sonuç doğurmamaktadır. Diğer yandan, disiplin dışı derslerin uluslararası ilişkiler bölümü öğrencilerinin iş bulma amaçlarına en azından iktisat ve işletme bölümlerindeki rakipleri kadar yardımcı olduğunu söyleme de pek mümkün değildir.

Bu bağlamda çok önemli bir konu da uluslararası ilişkiler bölümlerinde kullanılan ders kitapları ve diğer kaynakların içerik, yöntem ve niteliğiyle ilgili durum ve sorunlardır. Ders kitapları konusundaki temel sorunlar; çok büyük ders kitabı açığının ya da boşluğunun olması, bu boşluğu doldurmak için yayımlanan kitapların ciddi sorunlarının bulunması ve bunu giderecek nitelikte eserlerin üretilmesi için yeterli gayretin görülmemesidir. Bunun pek çok nedenleri olmakla birlikte en önemlisinin; alanında uzman ve yetkin öğretim üyelerinin yabancı dilde ve dergilerde yayın yapmaya gösterdikleri ilgi, önem ve gayreti, bu boşluğu doldurmaya dönük olarak yeterince göstermemeleri olduğunu düşünüyorum. Halbuki, şahsi tecrübem olan Uluslararası İlişkiler Teorileri derlememden gördüğüm kadarıyla, Türkiye’de nitelikli, güncellenmiş, hatta özgün ve orijinal eserler üretme kapasitesine sahip uluslararası ilişkiler uzmanları bulunmaktadır. Bu uzmanların, bölümle ilgili her dersin kitap açığını ve boşluğunu kapatacak çalışmalara daha çok yoğunlaşmalarının gerekliliği vardır. Bu arada, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümü için hazırlanan ders kitaplarının bu yönde ciddi bir katkı yaptığını teşekkürlerle not etmek gerekir. Bu kitapların geliştirilerek piyasaya sunulması ve tüm uluslararası ilişkiler bölümlerine kaynak sağlaması, bahsettiğim boşluğu ve sorunları gidermek için bir çözüm olabilir. Hatta, bu yöndeki gayretler ve yayınlar, öncelikle Türkiye’deki uluslararası ilişkiler akademyasının daha güçlü işbirliği ve ortak çalışmalar yapmasını teşvik ederek bölümün daha ileri noktaya sıçramasına, ardından da dünyadaki uluslararası ilişkiler disiplinine “home-grown / Türkiye’ye özgün” katkılar yapmasına öncülük edebilir.

Uluslararası İlişkiler Bölümü Enflasyonu

YÖK’le birlikte kurulan İİBF modelinin bir başka sonucu da tüm İİBF’lerin kurulmasıyla birlikte uluslararası ilişkiler bölümlerinin de otomatik olarak açılmasıdır. Hemen hemen Türkiye’nin her yerinde açılan yeni fakültelerde aynı zamanda uluslararası ilişkiler bölümlerinin açılması bölümün enflasyonuna yol açmıştır. Yeni üniversite açmaya dönük riskler ve itirazlarla ilgili iddiaların daha fazlası uluslararası ilişkiler bölümleri için de geçerlidir. Uluslararası ilişkiler bölümlerinin asıl amacı olan diplomat veya uluslararası ilişkiler uzmanı yetiştirme niteliği, yeterliliği ve gerekliliği ile ilgili sorunlar (yani öğretim elemanı kadrosu, altyapı şartları, dil, araç gereç imkanları, mezunların işlevselliği) yanında, bölümlerin bulundukları şehirlerdeki ve hatta ilçelerdeki sosyo-ekonomik, kültürel, jeopolitik şartların uygun olup olmadığı da büyük bir tartışma konusudur.

Üniversitenin bir gelenek olduğu ve evrensel bilgiyle donatılması gerektiği dikkate alındığında, yeni açılan pek çok uluslararası ilişkiler bölümünün içinde bulunduğu fiziki ve sosyolojik ortamların bu özelliği haiz olduğunu söylemek çok zordur. Uluslararası ilişkilerin temel kaynaklarına ulaşma, başta İngilizce olmak üzere yabancı kaynakları kullanabilme, disiplinin ana teorilerini ve kavramlarını özümseyebilme gibi ön şartların Türkiye’nin büyük illerinde bile mevcut olmadığı dikkate alındığında, en ücra köşelerdeki illerde veya ilçelerde uluslararası ilişkiler eğitimi-öğretimi verilmesinin imkansızlığı ya da zorluğu ortaya çıkar. Bu zafiyetlerin giderilmesi için, ya disiplin uzmanı olmayan öğretim elemanlarının veya dışarıdan görevlendirilen kimselerin ders vermek üzere istihdam edildiği, uluslararası ilişkilerin yeterli kaynaklarının yeterince kullanılmadığı, bu nedenle de uluslararası ilişkilerin ana temalarını vermek yerine en çok bilinen ve genelde de ideolojik doktrinizasyona açık olduğu, dolayısıyla uluslararası ilişkilerle donanmamış mezunların ortaya çıktığı söylenebilir.

Bunun oluşumunda rol oynayan başlıca faktör, Uluslararası İlişkiler bölüm yönetimlerinin (başkanlarının) ve öğretim kadrolarının ne kadar uluslararası ilişkiler kökenli oldukları sorunudur. Bu sorunun bir nedeni, yukarıda bahsettiğimiz eksiklikler veya yetersizliklerdir.  Ama daha önemlisi ve acı vericisi, bölüm yönetimlerinin, ders dağılımlarının ve akademik faaliyetlerin, belli bir anlayışın, ideolojik tercihin, arkadaşlığın/dostluğun veya tamamen hamasetin etkileri altında oluşabilme ve yapılabilme durumlarının olmasıdır maalesef. Realist paradigma geleneğinin etkisi yanında konjonktürel ve siyasi gerginlikler ve kutuplaşmalar nedeniyle, aynen üniversite ve fakülte yönetimleri gibi, uluslararası ilişkiler yönetimleri de ehliyet usulüne göre değil itaat ve yandaşlık usulüne göre şekillenebilmektedir. Öyle ki, uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’de veya yurtdışında iyi bir üniversiteden diplomalı ve başarılı bir uluslararası ilişkiler uzmanı yerine sübjektif kriterlere tercih edilip bölüm başkanı olabilmekte ve hatta ilgili uzmanın vermesi gereken örneğin uluslararası ilişkiler teorileri gibi üst düzey uzmanlık dersinin, örneğin Türkiye Cumhuriyeti tarihçisi tarafından verildiği görülebilmektedir.

Bununla ilgili önemli bir konu da uluslararası ilişkiler bölümlerindeki lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri ile tez danışmanlıklarının, öğretim üyeleri arasında, uzmanlık yeteneği ve alan hakimiyeti esasına göre değil, tamamen sayısal ders yükleri durumları ve keyfi tercihlere göre dağıtılıyor olmasıdır. Hepsi değilse bile birçok üniversitedeki uluslararası ilişkiler bölüm dersleri, birinci-ikinci öğretimde maddi kazanç kriterleri dikkate alınarak verilmektedir. Bir dersi vermeye hangi öğretim üyesi en ehildir, uygundur, öncüldür kararına göre değil, burada belirtmiş olduğumuz sübjektif/keyfi tercihlere göre belirlenmektedir. Hele bu tür sorunların yüksek lisans ve doktora tez danışmanlıklarında görülmesi, üniversitelerde ekolleşme, uzmanlaşma ve yoğunlaşma gibi niteliklerin dikkate alınmadığını, daha kötüsü olmadığını göstermektedir maalesef. Bir öğretim üyesinin her çeşit dersi verebilmesi, her konudaki tezi yönetebilmesi, her faaliyette yer alması ve her yönetim kadrosuna talip olması, mümkün olmadığı gibi etik de değildir kanaatimce.

Öğrenci Sosyolojisi

Uluslararası ilişkiler yukarıda belirttiğim gibi genelde çok boyutlu ve kapsamlı bir bilim dalı/disiplin olmakla birlikte, özelde uluslararası ilişkiler uygulamalarında görev alacak uzmanları yani diplomatları yetiştirme amacını haizdir. Her ne kadar pratikte mümkün olmasa bile, teoride her uluslararası ilişkiler mezunu öğrencisinin diplomat olma yetkisi ve hakkı vardır. Ancak burada en önemli soru/n, her uluslararası ilişkiler mezununun diplomat veya ilgili bir görevi alma yeteneği, becerisi, potansiyeli ve yeterliliği oluşmakta mıdır? Belki hoşumuza gitmeyecek ama “hayır”. Bu nedenle, uluslararası ilişkiler bölümü mezunlarının ancak küçük bir sayısı ve belli üniversitelerin bölümlerinden mezunların Türk Dışişleri Bakanlığının diplomatlık sınavına girdiği görülmektedir. Ve bu sınavı başaranların da genelde belli bir sosyo-kültürel kaynaktan geldikleri bilinmektedir. Bunun pek çok nedenleri vardır ama en önemli ikisinden biri “yeterli düzeyde dil bilme ve kullanabilme yeteneği”, diğeri ise “sosyo-kültürel-psikolojik insan niteliğidir”.

Bir uluslararası ilişkiler öğrencisinin, gerçek anlamda eğitim-öğretim alabilmesi ve mezun olabilmesi için, diğer bilimsel donanımları yanında bu iki alanda tamamlanmış olması beklenir/gerekir. Ancak üniversite öncesi yeterli bir dil ve sosyo-kültürel-psikolojik birikime sahip olmayan bir öğrencinin bunu dört yılda tamamlaması, istisnalar dışında imkan dışıdır. Çok iyi dil yetkinliği, üst düzey nezaket kültürü, kaliteli iletişim becerisi, diplomasi standartlarına uygun yaşam tarzı ve sosyalleşme, kültürler ve uluslar arası hoşgörü kapasitesi gibi pek çok temel insani özelliklerin, bu konularda hiçbir temel eğitimi almamış bir öğrenciye dört yılda kazandırılması hiçbir zaman mümkün olmayabilir. Zira yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye’nin tarihsel, sosyolojik, kültürel, dinsel ve insan kaynaklarının genelde ideolojik olması ve bazı atipik özellikler taşıması, uluslararası ilişkiler öğrencilerinin öncelikle diplomat olma planlarını ama aynı zamanda disiplinin gerektirdiği bilimsel genişliğe ve derinliğe sahip olmalarını engelleyebiliyor.

Diğer yandan, birçok bölüm eğitim-öğretiminde görülen ve genellikle güncel uluslararası/bölgesel/ulusal sorunların etkisi altında ortaya çıkan yoğun ideolojik, hatta aşırı milliyetçi, militarist, bazen ulusalcı, içe kapanmacı, bazen zenofobik, irridentist bir retorik, dil ve vizyon, diplomatlık ve bilim insanlığının gerektirdiği evrensel bir kimlik kazandırılması yönündeki bir gelişmeyi, öğrencilerde var olabilecek bir potansiyeli dumura uğratmaktadır. Örneğin, Kıbrıs, Ermeni, Kürt sorunları konusunda uluslararası ilişkiler bölümü öğrencileri arasında farklı ve aykırı görüşlere sahip olanların olması doğal ve beklenirken, bu tür öğrencilerin sayısı ve oranı üniversite, bölüm ve ortama bağlı olarak ya hiç yoktur ya da çok düşüktür. Ya da genel Türkiye sosyolojisinden farklı değildir.

Uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin yukarıda bahsettiğim realist özelliği, kısmen de yetkin bir kadro ve yönetimde eğitim almaması nedeniyle, uluslararası ilişkiler bölümü mezunlarının diğer bölümlerin mezunlarından çok daha fazla Makyavelist, güvenlikçi ve pesimist bir dünya görüşüne sahip olduğu görülebilir. Uluslararası ilişkiler bölümlerinin ve mezunlarının en çok söylediği (hatta sevdiği) “devletlerin dostlukları yoktur, sadece çıkarları vardır” ifadesi dillerine o kadar pelesenk olmuştur ki, bu söylemin toplumun genelinde de temel paradigma haline geldiği söylenebilir. Türkiye’deki televizyon programlarına çıkan yorumcuların, emekli askerlerin, akademik payeli üniversitelilerin, iktidardaki ve muhalefetteki siyasilerin, entelektüellerin, öğrencilerin ve halkın en çok sevdiği bu sözün yaygınlaşması, Türkiye’de uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin aslında yeterince sağlıklı yapılmadığını veya etkili olmadığını göstermektedir. Zira uluslararası ilişkileri açıklamak için sadece realist paradigma veya teoriler yoktur; liberal, inşacı, eleştirel, yeşil, feminist gibi pek çok post-pozitivist teori ve veya açıklama şekilleri ya hiç öğrenilmemektedir ya da yüzeysel (sınıfı geçmek için) öğrenilmektedir ya da öğretim kadroları tarafından dikkate alınmamaktadır (ya da, en kötüsü, bilinmemektedir). Dolayısıyla, uluslararası ilişkiler bölümleri (çoğu/genellikle), öğrencilerini ulusal ve uluslararası politikayı farklı açılardan anlama ve açıklama konusunda yeterince başarılı olamamaktadır.

(Düşünmeyen) Think-Tank Kuruluşları

Türkiye’de son on yıllarda sayıları oldukça artan düşünce kuruluşları ortaya çıktı. Dış Politika Enstitüsü’nün pabucunu dama atacak kadar büyük think-tanklar kuruldu; bunların bazıları bir döneme damgasını vurdu ama sonra kaybolup gitti (ASAM gibi), bazıları kıt kaynaklarla ve cılız bir sesle uluslararası ilişkiler hakkında raporlar, dergiler, kitaplar veya magazin türü yayınlar yaptılar. Genellikle Ankara ve İstanbul’da kurulan ve sayıları onlarca çoğalmış think-tankın, “strateji”, “güvenlik”, “Türkiye”, “Ortadoğu”, “Avrasya”, “Balkanlar”, gibi realist kavramlar ile kurulması ya da bazılarının ekonomik, sosyal, kültürel, ulusal, küresel, dünya gibi çoğulcu sıfatlar kullanması, amaçları hakkında ipucu verir.  Bunların büyük bir kısmının, aynen üniversitelerdeki veya ülkedeki realist paradigmaya uygun bir amaç, yayın ve faaliyet yaptığını iddia etmek mümkündür. Bu kuruluşlar, esasen özgün fikirler ve yöntemler üretecek çalışmalar değil; yayınları, faaliyetleri ve medya programlarıyla finansörlerinin ve sahiplerinin genelde Türkiye odaklı görüşlerini ve tercihlerini yansıtmanın ötesinde bir sonuç üretmemektedirler. Bu sonuçlar, bu kuruluşun hitap ettiği ve hedef aldığı ilgili ve dar “taraftarların” ve medya üzerinden genel halkın bilgilenmesinde ve bilinçlenmesinde rol oynamaktadırlar.

Özellikle bu kuruluşların elemanlarının anlaşmalı ve kontrollü bir şekilde ulusal haber kanallarındaki yorum programları, gövde göstermeleri ve sürekli görev almaları, bu yorumlarda görülen yoğun realist ve “milliyetçi” söylem ve iddialar, ilgili kamuoyunun düşüncesinin oluşumunda etki yapmaktadır. Hatta çoğu bilimsel olmayan ve tartışmaya apaçık önyargılı veya eksik bilgi ve düşüncelerin medya kanallarında sık sık dile getirilmesinin tehlikeli bir manipülasyona yol açtığı söylenebilir. O kadar ki, halkın, kamuoyunun, üniversite öğrencisinin ve hatta uluslararası ilişkiler bölümü öğrencilerinin uluslararası ilişkiler, bölgesel gelişmeler, Türk dış politikası gibi gündeme dair konularda yanıltılması düzeyinde bir manipülasyon bile görülüyor. Uluslararası ilişkiler hakkındaki akademik ve yaygın kabul edilmiş teoriler ve düşünceler yerine, bazı komplo teorilerinin popüler ve etkili olmasının en önemli nedeni budur, bu manipülasyon kanallarıdır.

Tabii ki bu komploların saçmalığını ortaya çıkarmak ve doğrularını göstermek gerçek/samimi/objektif uluslararası ilişkiler uzmanlarının derslerdeki, konferanslardaki ve eğer imkan bulabilirlerse (ki aykırı ve farklı oldukları için bulma şansları çok zordur) medyadaki performanslarına kalıyor. Hiçbir akademik derecesi olmayan veya olsa bile gerekli niteliği tartışmaya açık uzmanların görev yaptığı bazı think-tanklar, web siteleri ve yayınları, sözde görüş üreten kurumlar değil, halkı ve ilgilileri zehirleyen bir akrebe dönüşebiliyorlar.

İstisnalar, Yüz Güldüren Gelişmeler

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de hem genel üniversite ve düşünce kuruluşları bakımından hem de özelde uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi bakımından heterojen bir kaliteye ve niteliğe sahiptir. Daha yalın bir ifade ile, Türkiye’de uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi, yukarıda ifade ettiğim tüm sorunlar ve yanlışlar yanında, çok nitelikli, kaliteli, optimum düzeyde performans sergileyen öğretim ve düşünce kurumları vardır. Daha önemlisi, bu nitelikteki eğitim-öğretim süreçleri daha çok gelişmekte ve daha iyi noktalara doğru ilerlemektedir. İsimlerini vermeye gerek olmayan eski-yeni kurulan birçok devlet ve vakıf üniversitelerinde mevcut olan ve değişik isim altında yapılan uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin, olması gerektiği şekilde bilimsel, evrensel, özgür, özgür ve özel bir yere sahip olduğuna hiç şüphe yoktur.

Üniversite ve bölüm yönetimleri, kadroları, müfredatları, imkanları, çevresi, sosyolojisi, psikolojisi ve bağlantıları ile dünya çapında eğitim-öğretim verdiğine inandığım bu uluslararası ilişkiler kurumlarının, ulusal ve uluslararası bilimsel kalkınmaya destek ve öncülük yaptığını kabul etmemiz gerekir. Bu bağlamda, özellikle on son yıllarda Türkiye’de ciddi ve olumlu bir değişimin yaşandığını gözlemliyoruz. Bir yandan yurtdışı doktora ve master sahibi akademisyenlerin dünya çapında eğitim, öğretim, kaynak, teori vd. yetkinlikleri kazanmalarının etkileri, diğer yandan (bazı) vakıf üniversitelerinde gelişen güçlü akademik ve araştırma kadroları ve imkanları Türkiye’nin uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin dünyalılaştırmasına ya da uluslararasılaştırmasına hizmet etti. Bu üniversitelerden mezun olan lisans, yüksek lisans, doktora öğrencilerinin yayın, araştırma, eğitim-öğretim, bilgilendirme performanslarının, Türkiye’nin uluslararası ilişkiler vitrinini güçlendirdiğine hiç şüphe yoktur. Son olarak, bu süreçte özellikle TÜBİTAK’ın SOBAG ve BİDEB programlarının ve fonlarının destekleriyle oluşan projelerin katkısını unutmamak gerekir.

Özetle yukarıda söylemek istediğim kısaca şudur: Türkiye’de uluslararası ilişkiler eğitim-öğretiminin kalitesi ve etkinliği yarısı ya da dörtte üçü boş bir su bardağı misalidir. Bir yanda çok iyi ve gelişmiş bir eğitim-öğretim yapısı ve performansı olan bölümler, diğer yandan çok kötü ve hiç gelişmemiş olanlar ve ortalama bir performans sergileyenler. Bu gruplamanın haklı bir değerlendirme olduğu söylenebilir, ancak yeterli değildir. Bu tablonun daha çok ümit verici olabilmesi için, iyi performanslı bölümlerin diğerlerine örnek ve öncülük ederek onların da optimum düzeye gelmelerini sağlamak olmalıdır. Eğer bu sağlanamaz ise ülkenin kaynaklarının ve beklentilerinin büyük bir israfa uğradığını söyleyebiliriz. Ama daha büyük bir tehlike, iyi performans gösteren üniversite ve bölümlerin, kısmen ülkenin genel realist-reelpolitikçi konjonktürü içinde erimesi riski, kısmen de siyasi veya mali nedenlerle bu üniversitelerin yönetimlerinde ve kadrolarında dejenarasyon yaşanmasıdır, ki bu durum mevcut kalitelerini ve etkilerini kaybetme ihtimal ve riskiyle karşı karşıya bırakacaktır. Belki nispeten daha özgür ve bağımsız vakıf ve devlet üniversiteleri değil ama YÖK’ün yoğun etkisi altında kalan bazı devlet üniversitelerinin ve uluslararası ilişkiler bölümlerinin bu tehlikeyle karşılaşması mümkün olabilir. Hele uluslararası ilişkiler sorunlarını objektif ve bilimsel veriler yerine tamamen siyasi, konjonktürel, ‘iliştirilmiş’ pozisyona ve ideolojik önyargıya dayanarak eğitim-öğretim yapan uluslararası ilişkiler akademyası, en büyük tuzak olarak karşımızda durmaktadır.