Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplininde Eleştirel Teori birden fazla anlamda kullanılır. İlk olarak Eleştirel Teori, Sosyal İnşacılık (Konstrüktivizm), Eleştirel Gerçekçilik, Postyapısalcılık, Postmodernizm, Çevrecilik, Feminizm, Postkolonyalizm gibi Uİ’nin anaakım yaklaşımları olan Siyasi Gerçekçilik (Realizm) ve Liberalizm (İdealizm) ile onların türevlerinin dışında kalan post-pozitivist veya anti-pozitivist yaklaşımlar için kullanılmaktadır. Siyasi Gerçekçilik ve Liberalizmin temel varsayımlarının birbirinden farksız olduğundan hareketle bu iki yaklaşımın rasyonalist ve pozitivist varsayımlarını eleştirmeleri hasebiyle eleştirel teori statüsünde değerlendirilirler. İkinci olarak, Marksizmin çeşitli ekollerine ve özellikle Frankfurt Okulu’nun Theodor W. Adorno ve Max Horkheimer ile birlikte Jürgen Habermas gibi birinci ve ikinci nesil üyelerinin çalışmalarına yaslanan Uİ yaklaşımlarına işaret eder. Karl Marx’ın Feuerbach üzerine meşhur Onbirinci Tezi’nden hareketle1, geleneksel teorinin aksine eleştirel teorinin amacı sadece toplumu anlamak değil, bir bütün olarak toplumu eleştirmek ve dönüştürmek olarak tanımlanmıştı. Uİ’de bunun yansıması Richard Ashley ve Andrew Linklater’ın çalışmalarında görülmektedir. Üçüncü olaraksa, Robert W. Cox’un problem çözücü teorilere karşıt olarak tanımladığı ve uluslararası ilişkilerle birlikte uluslararası siyasi iktisat (USİ) için önerdiği Eleştirel Teori yaklaşımı bulunmaktadır. Her ne kadar Uİ disiplininde Eleştirel Teori bu üç farklı anlamıyla kullanılmış olsa da, bu kısa değerlendirme yazısında ben daha ziyade üçüncü anlamına, yani Cox’un (1981) özellikle “Social Forces, States and World Orders: Beyond International Relations” başlıklı makalesinde Uİ ve USİ bağlamında geliştirdiği Eleştirel Teoriye odaklanacağım.

Robert W. Cox, bir dizi makalesinde bugün bizim Eleştirel Teori adını verdiğimiz yaklaşımın temelini atmıştır. Cox’a göre iki tür teori bulunmaktadır. Birinci tür teori problem çözme teorisidir. Bu tür teorilerin amacı ve işlevi, süreçlerin olağan akışını engelleyen, sekteye uğratan veya bozan bir sorunla karşılaşıldığında bu sorunu çözmektir. Bu anlamda problem çözücü teoriler ister istemez düzeni korumaya, sistemi devam ettirmeye dönük bir önyargı taşırlar. Halbuki sistemin, kurulu düzenin ta kendisi karşılaşılan sorunun veya başka sorunların kaynağı olabilir ve çoğunlukla öyledir de. Dolayısıyla problem çözücü teoriler, sorunun asıl kaynağına inmek bakımından sadece yetersiz ve eksik olmakla kalmaz, aynı zamanda düzendeki sorunu çözerek asıl sorunu ebedileştirmek gibi bir rol oynar. Cox’a göre Kenneth Waltz’un neorealizmi, bu tür bir problem çözücü teoridir. Marksist bir düşünce geleneğinden gelen Cox, sadece neorealizmin değil, kendisi de bir Marksist olan Immannuel Wallerstein’ın öncülük ettiği yapısalcı Dünya Sistemleri Teorisi’nin de eleştirel perspektifine rağmen sistemin işleyişine odaklanan bir önyargıdan mustarip olduğunu savunur.

Eleştirel Teori ise her şeyden önce, her teorinin bir amaç doğrultusunda ve birileri için olduğunu kabul eder. Yani her teori tarihsel bir çerçeve içinde konumlanmıştır ve o çerçevenin sunduğu perspektiften dünyayı görür. Problem çözücü teori bu zorunlu tek yanlılığı ya görmez ya da görmezden gelir. Dolayısıyla, birilerinin çıkarına işleyen düzenin yeniden üretilmesine bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunur. Eleştirel teori de bir perspektifin içinden konuşur, ama bunun farkındadır ve bunu sorunsallaştırarak perspektifler üzerine bir perspektif geliştirmeye çabalar. Yani hâkim düzenin ta kendisini sorgular ve hangi mekanizmaların kimin lehine ve aleyhine işlediğini anlamaya ve göstermeye çalışır. Ayrıca problem çözücü teoriden farklı olarak karşılaşılan sorunu, daha geniş bir çerçevede bir bütünün parçası olarak değerlendirir. Teorinin tarihsel olarak konumlanmış olduğunu, tarihin değiştiğini kabul eder ve teorinin de tarihin değişimiyle birlikte değişmesi gerektiğini ileri sürer. Bu yüzden kavramlarını sürekli olarak değişen koşul ve durumlara uyarlar. Özetle, Cox, düşüncenin, amaçlar doğrultusunda şekillendiği konusunda E.H. Carr’a katılır.

Öyleyse, perspektifler üzerine bir perspektifi nasıl inşa edebiliriz? Cox, ne yapısalcı realizm gibi sadece dünya düzenine, ne liberalizm gibi sadece devlet formuna, ne de Ortodoks Marksizm gibi sadece üretim ilişkilerinin kaynaklık ettiği sosyal kuvvetlere bakmayı yeterli bulur. Bu üç düzeyin, yani sosyal kuvvetler, devlet formları ve dünya düzenlerinin birlikte düşünülmesi gerektiğini savunur. Ayrıca her bir düzeyde maddi kabiliyetler, kurumlar ve fikirlerin de bir arada düşünülmesi gerektiğini ileri sürer. Böylece diyalektik ve bütünsel bir perspektifler üzeri perspektifin inşa edilebileceğini belirtir. Bu diyalektik ve bütünsel perspektifinse dinamik bir yapısı olduğunu, yani tarihsel değişimle birlikte değiştiğini asla yeterince vurgulamış olmayız. Tüm bu unsurların diyalektik bir bütün halinde incelenmesiyle, Cox’un ‘sınırlı bir bütünlük’ olarak gördüğü ‘tarihsel yapıların’ bilgisine ulaşırız.

Eleştirel Teorinin vazgeçilmez kavramlarından başta geleni Hegemonya kavramıdır. Her ne kadar Hegemonya kavramı Uİ disiplininde realizmden liberalizme kadar farklı ekollerin elinde birbirinden farklı anlamlarla kullanılmış olsa da Cox’un bu kavramı kullanırken başvurduğu esas kaynak İtalyan Marksist Antonio Gramsci’dir. Cox, Gramsci’nin hegemonya kavramının, başta Hegemonik İstikrar Teorisi’ndeki olmak üzere diğer hegemonya kavramlarından, sadece tahakkümü ve gücü işaret etmemesi, aynı zamanda rızaya da dayanması bakımından ayrıldığına işaret eder. Rıza ise sadece maddi kabiliyetlere referansla açıklanamaz; yukarıda işaret edildiği gibi fikirleri, yani öznelerarası bir fikir birliğinin yaratılmasını da içerir.

Eleştirel Teori işte tam da burada bazı sorunlarla karşılaşır. Hiçbir iktidarın sadece çıplak güçle tesis edilemeyeceği ve sürdürülemeyeceği dikkate alındığında, hegemonya kavramının açıklayıcı kuvveti sorgulanır hale gelir. Her duruma uygulanabilen bir kavram, bir durumun diğerinden ayrılmasını imkânsız hale getirir. Belki de bu yüzden, Amerika Birleşik Devletleri’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde üretimin ve Amerikan devlet formunun uluslararasılaşmasını Pax Americana (Amerikan Barışı) olarak adlandıran Cox’un, hegemonya nitelemesini özellikle bu ‘tarihsel yapı’ ile ilgili zikretmiş olduğunda hareketle, hegemonya kavramının açıklayıcı kuvvetini bu ‘dünya düzeniyle’ sınırlandırmak anlamlı olabilir. Ama asıl mesele, eleştirel teoride fikri olan ile maddi olan arasındaki ayrıma ilişkindir. Her ne kadar Cox, fikri olan ile maddi olan arasında diyalektik bir bağ olduğunu not etmiş olsa da, bu bağın doğasına ilişkin tartışma devam etmektedir. Örneğin, Uİ ve USİ alanlarında Gramsci’nin ve Cox’un fikirlerini temel alan önemli isimlerden birisi olan Adam David Morton’ın (2013), yine Gramsci’nin fikirlerinin Türkiye bağlamında kullanılması bakımından önemli bir yere sahip olan Cihan Tuğal’a getirdiği eleştiride kaydettiği gibi, maddi olan, fikri olan ve kurumsal olan arasında bir “ontolojik dışsallık” ilişkisi var gibi görünüyor. Ontolojik dışsallık, Weberci, İnşacı, Realist, Liberal veya diğer ekoller için pek bir sorun teşkil etmeyebilir, ancak Marksist bir diyalektik üzerine inşa edilmeye çalışılan eleştirel bir Uİ teorisi için ölümcül bir sorundur. Dolayısıyla hegemonya kavramının ve onunla ilişkili diğer kavramların kullanımında karşılaşılan “kavramsal zorlamalar”, yani kavramın aşırı esnetilmesi ve ontolojik dışsallık sorunları henüz bir çözüme ermemiştir. Bu çerçevede, aslında özellikle ikinci sorunun kaynağında, Gramsci’nin kendi kavramsal mimarisinin olduğunu ileri sürmek temelsiz olmayacaktır.

Uİ ve USİ alanlarında Eleştirel Teorinin kimler tarafından kullanıldığına ilişkin birkaç sözle bu yazıyı kapatalım. Uluslararası alanda yukarıda adını zikrettiğimiz Robert Cox ve bir sonraki nesilden Adam David Morton’ın yanı sıra, Cox ve Gramsci üzerine ve/veya onların kavramlarını kullanarak çalışan bir dizi akademisyen ismi sayabiliriz: Andreas Bieler, Ian Bruff, Bastiaan van Apeldoorn, Stephen Gill, Alison J. Ayers, Mark Rupert, Kees van der Pijl. Türkiye’den veya Türkiye bağlamında ise ilk akla gelen isimler yine yukarıda adını andığımız Cihan Tuğal’la birlikte, Galip Yalman ve Pınar Bedirhanoğlu’dur. Ayrıca Faruk Yalvaç’ın Uİ’de Eleştirel Teoriye ilişkin son derece kapsamlı ve eleştirel değerlendirmesini ve Praksis dergisinin 27. Sayısını bir bütün olarak ve onun içinde yer alan “Antonio Gramsci’nin Türkiye Serüveni” (Özdinç ve Özger, 2012) başlıklı makaleyi gözden kaçırmamak gerek. Gramsci, onun hegemonya kavramı ve hegemonyaya eşlik eden diğer kavramsal araçları, Cox’un ve daha geniş anlamda Marksist eleştirel yöntemin Uİ alanında kullanımı son derece çeşitlilik arz eden ve hatta zaman zaman temel parametrelerinde uzaklaşan bir görüntü arz etmektedir. Belki de Gramsci’nin, Carlin Romano’nun (1983) kelimeleriyle ‘eve, annenize götürebileceğiniz bir Marksist’ haline gelmiş olması bu çeşitliliğin asıl kaynağıdır. Marx ve Engels’in ifadesiyle ‘Eleştirel Eleştirinin bir Eleştirisi’ni yapmanın zamanı gelmiştir.