Bu yazıda Marksizm ve Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplini arasındaki ilişki üzerinde durulacaktır. Bu ilişki farklı aşamalardan geçmiştir. Bütün Uİ kitaplarında disiplinin temel kuramları olarak Realizm, Liberalizm ve Marksizm sayılmasına rağmen disipline Marksizm’den ziyade Realizm ve Liberalizm’in varsayımları hakim olmuştur. Bunun farklı nedenleri vardır. Birincisi Soğuk Savaş koşullarının ideolojik yapısı altında yapılan sosyal bilim çalışmalarının Marksizmi dışlamış olması, başat pozitivist toplum bilim pratikleri ve hegemonik güç ilişkileridir. Sovyetler Birliği’nin yıkılması Marksizm ile ilgili önyargıların disiplinde dağılmasına ve Marksist toplum teorisinin Uİ ile bütünleşmeye başlamasına yol açmıştır. Uİ açısından Marksizme olan ilginin disiplinde sınırlı olmasının ikinci önemli nedeni ise Uİ’nin temel birimi olan devleti, Marksist kuramın bir sınıf hakimiyeti aracı olarak tanımlaması ve tarihsel süreçte nihai olarak sönümlenecek bir kurum olarak görmesidir. Bu açıdan bakılınca Marksist devletler arası ilişkiler anlayışı ana akım Uİ kuramının devleti şeyleştiren, toplum ve tarih dışına çıkaran ve devleti toplumun ve ulusal çıkarın bir temsilcisi olarak gören realist / liberal muhafazakar görüşten tamamen farklıdır. Şayet devlet belli bir sınıfın aracı ya da belli bir sınıfın çıkarlarını yansıtıyorsa, o zaman devletler arası ilişkiler de bu sınıfların ilişkileridir. Ancak anaakım Uİ teorileri önce devleti toplumdan soyutlayıp, sonra da bu toplumdan soyutlanmış devletlerin ilişkilerini incelediği için devletin sınıfsal niteliğinin Uİ’ye nasıl bir etki edebileceğini irdelemezler. Bununla birlikte, 1970’li yılların sonlarından başlayarak gelişen eleştirel Uİ teorileriyle birlikte Marksizm de artarak Uİ’nin gündemine girmiştir.  Nitekim son yirmi yılda özellikle tarihsel sosyoloji alanında yapılan Marksist çalışmalar disiplinin en canlı ve nitelikli tartışmalarını oluşturmuştur.

Marksizmin Temel Unsurları

Marksizm 19. Yüzyıl Alman filozofu Karl Marx (1818-1883) tarafından geliştirilen toplum kuramına verilen isimdir. Marx görüşlerini Friedrich Engels (1820-11895) ile işbirliği halinde geliştirmiş, Marksizm modern toplum bilimlerin temellerinden birini oluşturmuştur. Marksizmin bir toplum kuramı olarak önemi gerek ulusal bağlamda gerekse de uluslararası ilişkilerde eşitsizlik sorununu toplum bilimlerin merkezine oturtmuş olmasıdır. Marx tarihsel süreci bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik bir sınıf mücadelesi olarak görür. Bilimsel yaklaşımının amacı söz konusu eşitsizlikleri göstermek ve bunların olmadığı bir dünyanın oluşmasına katkıda bulunmaktır. İnsanın yeniden doğal özüne döndüğü, eşitsizliklerin olmadığı ve toplumsal dayanışma ve uyumun başat olduğu bir toplum arzusunu dile getirir. Bu görüşlerini özellikle kapitalist toplumun sömürücü, eşitsizlikçi ve dışlayıcı niteliğini ortaya koyarak ifade etse de felsefesi bütün tarihsel dönemlerin anlaşılmasına ışık tutar.

Tarihsel Materyalizm

Marksizmin temelinde materyalist bir dünya görüşü ve toplum felsefesi vardır. Materyalizm denilince söz konusu olan sadece Marksizm olmamakla birlikte (materyalist felsefenin kökenleri eski Yunan felsefesine dayanır), Marx materyalist felsefenin en önemli düşünürüdür. İdealist felsefenin düşündüğünün tersine “İnsanların varlıklarını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen onların toplumsal varlıklarıdır”.1 İnsanların toplumsal niteliği onların hayatlarını sürdürmek için birbirleri ve doğa ile olan ilişkilerinden oluşur. Bu ilişkiler farklı üretim biçimleri altında (kölelik, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm gibi) farklı şekiller alırlar. Bir üretim biçimi altında üretim güçlerine sahip olanlarla işgüçlerini satmak zorunda olanların ilişkileri bir toplumun sınıf yapısını belirler. Bu nedenle tarihsel materyalist toplum kuramının en önemli kavramı sınıf ve sınıf mücadelesidir. Komünist Manifesto’da belirtildiği gibi “Tüm toplumların bugüne kadarki tarihi sınıf savaşımlarının tarihidir”.2 Bu sınıf ilişkileri toplumun bütün kurumlarına yansır zira bunlar sınıf ilişkilerinin almış olduğu farklı biçimleri ifade eder. Bu, Uİ açısından özellikle önemlidir zira anaakım Uİ’de ((neo)realizm, (neo)liberalizm) devlet, hukuk, dış politika gibi kurum ve olgular genelde toplumsal belirlenimlerinden kopuk bir şekilde tarihsel nitelikleri gözardı edilerek incelenirler.

Marx özellikle kapitalist üretim biçiminin dinamikleri üzerine odaklanmıştır. Grundrisse ve Kapital Marx’ın kapitalizmin dinamiklerini inceleyen en ünlü kitaplarıdır. Kısaca tanımlarsak kapitalizm kâr amacı ile üretim yapılan bir üretim biçimidir. Kapitalizmde üretim süreci üretim araçlarına sahip olanlarla (burjuvazi ya da kapitalist sınıf) yaşamını sürdürebilmek için kendi emeğini satmak zorunda olan işçiler (proleterya) arasında eşitsiz yapısal şartlar altında yapılır. Her ne kadar kapitalist sistem tarafların serbestçe piyasada buluşup sözleşme yaptıkları eşitlikçi bir sistem gibi görünse de, aslında kapitalist üretim süreci bir eşitsizlik, baskı ve sömürü ilişkisidir. Bununla birlikte hukuksal üstyapı piyasanın bu eşitlikçi görünümünü temel alıp üretim yapısından kaynaklanan eşitsizlik sorununu görmezden gelir. Aşağıda göreceğimiz gibi aynı konu uluslararası hukukta da söz konusudur. Devletler birbirlerine eşit olmadıkları halde uluslararası hukuk devletlerin egemen eşitliği esasına dayanır. Bu kapitalist toplum ilişkilerinin bütün uluslararası ilişkilere de yayıldığını ve onları da büyük ölçüde belirlediğini gösterir.

Diyalektik Yöntem

Tarihsel materyalist anlayışın en önemli kavramlarından birisi şüphesiz ki diyalektiktir.3 Marksist materyalist diyalektik, fikirlerin önceliğini savunan idealist diyalektik anlayışından farklıdır. Engels’in mecazi ifadesiyle, Marksizmin en önemli katkılarından birisi Hegelci idealist diyalektik anlayışını baş aşağı çevirmiş olması, “daha doğrusu, üzerinde durduğu kafasından alınarak yeniden ayakları üzerine oturtul(masıdır)”.4 Diyalektik, toplum ve doğanın değişim sürecini anlamanın bir yöntemidir. Genel olarak anlaşıldığı gibi diyalektik tez-antitez-sentez şeklindeki çelişkili ilişkilerin çözüldüğü mekanik bir toplumsal dönüşüm anlayışı değildir. Diyalektiğin asıl önemli unsuru toplum ve doğayı bütüncül ve ilişkisel olarak açıklamasıdır. Diyalektik anlayışta bir olgu (örneğin devlet) bir bütünü oluşturan bütün diğer toplumsal ilişkiler bağlamında değerlendirilir. Bu ana akım pozitivist yaklaşımlardan çok farklıdır. Pozitivist anlayış dışsal ilişkiler anlayışına dayanır. Bir başka deyişle incelenen bir nesne olmuş bitmiş bir veri olarak alınıp onu oluşturan sosyo-tarihsel ilişkilerden soyutlanmış bir olgu olarak görülür. Örneğin, devletlerin bu şekilde “bitmiş nesneler” ya da birer bilardo topu gibi etkileşime girip belli ilişkiler düzeni oluşturmaları yönündeki realist anlayış bu tür bir dışsal ilişkiyi ifade eder. Diyalektiğin temelini ise içsel ilişkiler anlayışı oluşturur. İçsel ilişkiler bir olguyu/kurumu/ düşünceyi/ söylemi onları yaratan tarihsel/ toplumsal ilişkilerin bir parçası olarak inceler.

Bir sonraki soru bu ilişkisel bütünlüğe nasıl ulaşılacağıdır. Burada Marx’ın bilim anlayışı gündeme gelmektedir. Marx’ın eleştirel gerçekçi bir bilim anlayışı vardır.5 Bu en açık ifadesini Marx’ın şu sözlerinde bulur: “Şeylerin dış görünüşü ile özü birbirleriyle aynı olsaydı bütün bilim anlamsız olurdu”.6 Bunun anlamı şudur. Sadece gözlemlediklerimiz/algıladıklarımızla yetinemeyiz. Bu çok sınırlı bir bilgi anlayışıdır. Gözlemlediğimiz/algıladığımız nesneler ve olgular arasında ampirik olarak gözlemleyemeyeceğimiz bağlantılar, ilişkiler vardır. Bunların ortaya çıkarılması gerekir. Böyle bir bakış açısı benimsendiği zaman iç toplum/ dış toplum, ulusal/uluslararası, politik/ekonomik, kamu/ özel gibi ayrımlar da anlamını kaybeder. Zira bunlar aynı toplumsal ilişkilerin almış olduğu farklı biçimlerdir. Bunların birbirlerinden ayrı olarak görülmesi ise uluslararası ilişkilerin bütünlüğünü görmemizi engeller. Diğer yandan uluslararası ilişkileri anlamak için kullandığımız kavramlar da aynı toplumsal ilişkilerin ürünüdür. Ancak anarşi örneğinde olduğu gibi bu kavramlar yansıttıkları ilişkilerden bağımsız bir anlam aldıkları zaman şeyleşir, özlerinden koparak tarihsizleşirler. Marx’ın yabancılaşma adını verdiği bu olgu insanların kendi yarattıkları şeylere (örneğin devlet, para) kendi dışlarında bir şeymiş gibi muamele etmesidir. İşte bütünlük arayışı bir şeyi bütün belirlenimleriyle ortaya çıkarıp bu yabancılaşmayı sona erdirmek amacında olan bilimsel bir kaygının ifadesidir. Örneğin devletler sistemi gibi bir yapı ancak onu oluşturan önemli ilişkiler bütünü bir araya getirildiğinde bir anlam ifade eder.7 Amaç kapitalizmin bu yabancılaşmaya neden olan görünmeyen özünü ve çelişkili ilişkilerini açığa çıkarmaktır. Marx bu çelişkiler düzenini geleceğe doğru yeni bir toplum şeklinin gerçekleştirilmesi hedefine doğru değerlendirir. Zira önemli olan, Marx’ın ünlü ifadesiyle dünyayı yorumlamak değil, değiştirmektir.8 Dikkat edileceği gibi bu yöntemde siyasal realizmin temelini oluşturan “şeyleşmiş” kategoriler inkâr edilmez. Bunlar, belli bir düzeyde, devletlerin yaşamış oldukları gerçekliği yansıtırlar. Ancak, buradaki yöntemin farkı, bu kategorilerin diğer toplumsal ilişkilerle bir arada bir bütün olarak anlaşılmasını sağlamak, değiştirebilmek amacıyla çelişkilerini ve gözle görülemeyen ilişkilerini ortaya çıkarmaktır.

Marksizm-Uİ İlişkisinin Aşamaları

Marksist tartışmalar Uİ’ye farklı dönemlerde farklı teoriler/yaklaşımlar aracılığıyla girmiştir.9 Bunlardan en önemlisi olmakla birlikte en az tartışılmış olanlardan birincisi emperyalizm teorileridir. Tarihsel olarak Lenin, Luxemburg, Hilferding, Kautsky gibi düşünürler tarafından geliştirilen klasik emperyalizm teorilerinin odak noktası rekabetçi kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması, kapitalist devletler arası rekabetin şekli gibi konulardır. Bugün ise emperyalizm çok daha kapsamlı bir olgudur. Günümüzde çok tartışılan Batı merkezcilik, azgelişmişlik, uluslararası eşitsizlik, ırkçılık gibi konuların bütünü aslında emperyalizm olgusu ile ilgilidir. Marksist fikirlerin Uİ’de tartışıldığı ikinci aşama kuzey/güney ilişkileri, sömürü ve artık transferi, ekonomik eşitsizlik, bağımlılık ve az gelişmişlik gibi konular üstüne odaklanan bağımlılık teorileridir. Bağımlılık teorileriyle ilgili tartışmalar özellikle 1970’li yılların ortasındaki Uİ’de yer almış olan paradigmalar arası tartışmada gündeme gelmiş, devletler arası eşitlik/bölgesel eşitsizlik ilişkisinin realizm ve liberalizm gibi anaakım teorilerle nasıl ilişkilendirilebileceği tartışmasına yol açmıştır. Marksizm ile ilgili Uİ’deki tartışmaları tetikleyen en önemli kuramsal akımlardan bir diğeri Immanual Wallerstein tarafından geliştirilen dünya sistemi perspektifi olmuştur.10 Wallerstein’ın teorisi kapitalizmin tanımı, dünya ekonomisi – devletler sistemi ilişkisi gibi konuları gündeme getirerek uluslararası tarihsel sosyoloji çalışmalarının hız kazanmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Marksizm Uİ ilişkisinde bir diğer gelişme Frankfurt Okulu kaynaklı Marksist eleştirinin Andrew Linklater gibi düşünürler tarafından normatif bir uluslararası ilişkiler teorisi gelişmesinde oynadığı roldür. Son olarak Robert Cox’un Gramsci’nin kavramlarından yola çıkarak geliştirdiği neo-Gramşiyan eleştirel teori Uİ’ye en kalıcı etkiyi yapmıştır.11 Cox daha çok güce dayalı hakimiyet biçimlerini açıklayan emperyalizm teorilerinden farklı olarak, Gramsci’den aldığı hegemonya kavramını geliştirerek rızaya dayalı hakimiyet biçimlerinin uluslararası sistemde nasıl işlev gördüğünü ortaya koymuştur. Günümüzde Marksist kuram kaynaklı tartışmalar ise iki doğrultuda yürümektedir. Bir taraftan Siyasal Marksizmi kullanarak Benno Teschke12 tarafından geliştirilen toplumsal mülkiyet rejimleri kuramı, mülkiyet rejimleri, toplumsal yeniden üretim koşulları ile jeopolitik rejimler arasındaki değişen ilişkileri göstererek sınıf temelli bir jeopolitik anlayışı gündeme getirmiştir. Diğer yandan Justin Rosenberg Trotsky’nin Eşitsiz ve Birleşik Gelişme (EBG) kavramını alıp Batı merkezci olmayan, sosyolojik bir “uluslararası” anlayışı geliştirmeye çalışmaktadır.13 Rosenberg tarih dışı olarak nitelediği güç dengesi kuramı yerine EBG’nin daha tarihsel, ilişkisel ve sosyolojik bir uluslararası ilişkiler anlayışı ortaya koyduğunu ileri sürmektedir.

Uİ’de yukarıda kısaca özetlenen Marksist tartışmaların ortaya çıkardığı belli başlı hususlar şunlardır. Birincisi uluslararası sistemin tarihsel niteliğidir. Anarşi devletler arası ilişkilerin değişmez özelliği olmayıp anlamı ve biçimi belli toplumsal ilişkiler tarafından belirlenir. Ancak bu ana akım inşacılığın idealizminden farklı olarak maddi ilişkilere öncelik veren bir tarihselliktir. İkincisi devletler sistemi ile kapitalizm her ne kadar tarihsel olarak aynı anda gelişmemiş olsalar da günümüz uluslararası ilişkilerin temel dinamiklerini belirlemektedir. Bu nedenle her türlü uluslararası sistem açıklamasının bu iki yapının diyalektik ilişkisini dikkate alması gerekir. Kuramsal olarak buradaki en önemli tartışma hem realizmin salt siyasal dinamikler açısından işleyen bağımsız devletler sistemi anlayışından, hem de Marksizmin devletler sistemini salt ekonomik dinamiklerle açıklayan indirgemeci versiyonlarını bertaraf eden bir yaklaşımın nasıl geliştirilebileceği konusudur. Üçüncü bir konu toplum içi hegemonik ilişkilerle uluslararası alandaki hegemonik ilişkilerin birbirlerini tamamladığı ve bu dinamiklerinin kapitalist dünya ekonomisinin gerekleri tarafından belirlendiğidir. Bu üç unsur dikkate alındığında, iç/ dış, ulusal/ uluslararası gibi ayrımları aşan bütüncül bir Uİ teorisi de geliştirmek mümkün olacaktır.

Marksizm, Uluslararası Hukuk ve Devletlerin (Egemen) Eşitsizliği

Marksizmin Uİ açısından anlamını göstermek açısından devletler hukuku iyi bir örnek oluşturmaktadır. Önce Marksizm kuramında hukukun yerine ilişkin olarak Marx’ın şu sözlerini aktaralım:

“Bütün toplum ve devlet görüşleri, bütün din ve hukuk dizgeleri, tarihte beliren bütün kurumsal görüşler, ancak o çağın maddi yaşam koşulları anlaşılmışsa ve bunlar bu maddi koşulların sonucu olarak görülüyorsa anlaşılabilirler” 14

Bunun gibi uluslararası hukukun da anlaşılması hukuku ortaya çıkan maddi yaşam koşullarının bilinmesiyle mümkündür. Nitekim tarihsel materyalist yaklaşım devletler hukukunun temelini oluşturan egemen devletlerin eşitliği anlayışının nerden ortaya çıktığına maddi koşullar temelinde sosyolojik bir açıklama getirir.15 Bu kapsamda Uluslararası Hukuk’a Üçüncü Dünya Yaklaşımları (TWAIL) ve Eleştirel Hukuk Çalışmaları adı verilen çalışma alanı uluslararası hukukla ilgili önyargıları ve yanlış varsayımları ortaya çıkarmada önemli katkılarda bulunmuştur. Eleştirel hukuk çalışmaları uluslararası hukuku “uluslararası politik ekonomi ve tarihsel sosyoloji ile ilişkilendirerek uluslararası hukuk normlarının dönüşümünü dünya ekonomisi ve devletler sisteminde evrilen toplumsal yapılar, güçler ve sınıflara atıfta bulunarak” açıklar.16 Bu açıdan bakıldığında uluslararası hukuk feodalizmin yıkılışı, kapitalist dünya ekonomisinin oluşması, ve 16. yüzyıldan itibaren egemen devletlerin yavaş yavaş uluslararası sistemin temel birimi olma sürecinin bir sonucu olarak şekillenmiştir.17 Uluslararası hukuk başlangıcında büyük devletlerin çıkarlarını korumak adına emperyal bir proje olarak kapitalist dünya ekonomisi ile iç içe gelişmiştir.18 Sömürgecilik döneminin hukuku Batı hukuk standartlarını batılı olmayan devletlere dayatan emperyalist bir anlayışı yansıtmıştır. Fakat uluslararası hukukun içerdiği eşitsizlik sadece onun büyük devletlerin çıkarlarını yansıttığını göstererek anlaşılamaz. Ana akım uluslararası hukuk anlayışı ile karşılaştırıldığında, tarihsel materyalist yaklaşımın en önemli unsuru hukukun sınıf karakterinin altını çizmesidir. Chimni’nin belirttiği gibi “uluslararası hukuk bir sınıf hukukudur”.19 Uluslararası hukukun içeriğini evrensel insani değerler, soyut adalet ilkeleri değil belli sınıf çıkarları belirler. Devletler hakim sınıfları aracılığıyla birbirleriyle ilişkiye girmelerine rağmen, her hukuk biçiminde olduğu gibi devletler hukuku da bu çıkarlardan soyutlanmış bir şekilde devletlerin genel çıkarları olarak ortaya koyulur. Ancak bir toplumda bireyler nasıl eşit değilse ancak hukuk önünde eşit ise, uluslararası toplumda da egemen devletler birbirlerine eşit değil ancak uluslararası hukuk nezdinde prensip olarak eşittir. Hem iç hukuk hem de uluslararası hukukun temelinde toplumun sınıflara bölünmüş olması gerçeği yatar. Bu nedenle Pashukanis gibi Sovyet hukuk kuramcıları bir adım daha giderek hukukun sınıfsal niteliğinin belirlenmesi için sadece içeriğinin değil, biçiminin de sorgulanması gerektiğini ileri sürer. Zira hukukun eşitlikçi genel ilkeleri, içeriğindeki eşitsizlikleri yansıtmamaktadır. Pashukanis meta mübadele kuramını geliştirerek hukuk ilkelerinin bir meta ekonomisinde meta değişiminin görünürdeki eşitlikçi ilişkilerini yansıttığını, ama bu ilişkilerin altında yatan eşitsiz ilişkileri göstermediğini belirtir.20 Bu açıdan bakıldığında devletler hukuku dünya sistemindeki eşitsizlikleri destekleyen bir anlam içerir.

Diğer yandan uluslararası hukuk günümüzde de eşitsizlikçi ve emperyalist niteliğini sürdürmektedir. Chimni’ye göre “küreselleşme döneminde ulusüstü kapitalist bir sınıf uluslararası hukuku ve kurumlarını şekillendirmektedir”. Chimni buna “burjuva emperyalist uluslararası hukuk” adını vermekte ve bu hukukun ulusüstü kapitalist sınıfların çıkarlarını kodifiye ettiğini ileri sürmektedir.21 Gerçekten de kapitalizmin neoliberal dönüşümü sonucunda bir çok ülkenin hukuksal sistemi neoliberal emperyalist hakimiyetin yeni biçimlerini yaratmıştır. Yabancı sermaye yatırımlarına ilişkin mevzuat ve ilgili kurumlar ( örneğin, Çok Yönlü Yatırım Garanti Ajansı -MIGA, Hizmet Ticareti Genel Anlaşması-GATS), Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi örgütler gelişme çabasında olan ülkelerin piyasalarını kapitalist piyasa mekanizmalarına açmış, uluslararası finansın koşullarına gittikçe bağımlı hale getirmiştir. Bu ülkelerin hukuk sistemleri gün geçtikçe neoliberal kapitalist hukuk düzenlemelerinin bir parçası haline gelmektedir. Emperyalist burjuva uluslararası hukuk kuralları, egemenliğin yetki ve güçlerini devletlerden uluslararası kurumlara kaydırmakta, yeni uluslararası mülkiyet hakları yaratıp bunların korunmasına yönelik tedbirler almakta, küreselleşmiş üretim ve finans sistemini korumak için insani müdahale gibi yeni güç kullanım şekillerini meşru kılarak devletlerin egemenlik güçlerine sınırlamalar koymaktadır. Kapitalist dünya ekonomisinin güçlenebilmesi için “demokratik barış kuramı” burjuva liberal demokratik devlet biçimini evrensel devlet biçimi olarak bütün sisteme dayatmaktadır. Bir başka deyişle uluslararası hukukun uluslararası emperyalizmin bir aracı olarak kullanılması günümüzde daha da artmış, uluslararası devlet aygıtları neoliberal üretim ilişkilerinin yeniden üretiminde temel bir rol oynamaya başlamıştır.

***

Uİ disiplini, disipliner tarihçesi nedeniyle Marksizm ve Marksizm ile ilgili tartışmalardan uzun bir süre uzak kalmıştır. Marksist felsefeyi politik yapılarının temeli olarak gören sosyalist ülkelerin uygulamaları, uzun süre Marksizmin hem kuramsal hem de anlamlı bir politika alternatifi olarak kabul edilmesini zorlaştırmıştır. Bu durum son yirmi yılda değişmiş, Marksizmin özgürleştirici ve eşitlikçi iddiaları feminizm, tarihsel sosyoloji, yeşil teori, postkoloniyalizm gibi farklı eleştirel yaklaşımlar aracılığıyla disiplinin temel gündemine oturmuştur. Bu çalışmaların bize gösterdiği ulusal ve uluslararası eşitsizliğin birbirlerini desteklemekte olduğu, Uİ disiplininin ise bu eşitsizliklerin devamında entelektüel ve pratik bir rol oynadığıdır. Uluslararası örgütler, uluslararası rejimler ve uluslararası hukuk bütün ilke ve kurumlarıyla bu eşitsizlikleri devam ettiren bir yapı olarak ortaya çıkmaktadır. İşte Marksizmin Uİ disiplini açısından en önemli katkısı değişmez olarak gördüğümüz ve varsaydığımız olgu ve ilişkilerin altında yatan eşitsizlikleri bilimsel olarak ortaya koyup bunların değiştirilmesi gereğine işaret etmesidir. Değişimi ön plana alması, teori ile pratiği bir özgürleşme ideali çerçevesinde bir araya getirmesi açısından Marksizm bir Uİ teorisi olarak bütün güncelliğini ve önemini devam ettirmektedir.