Postyapısalcılık veya postmodernizm, temelci her türlü yaklaşımı veya büyük anlatıyı reddeden ve siyasi düşüncesini mevcut düzenin radikal eleştirisi olarak belirlemiş geniş bir eleştirel düşünce akımıdır. 1. Dünya Savaşı’nın ardından modernizmin vaat ettiği Batı merkezli teknolojik ve toplumsal ilerlemeye duyulan inanç savaşın yarattığı yıkım ile birlikte yerle bir olmuştu. Teknoloji bir yandan büyük yıkımı getirecek ölçüde nükleer silahlanma, büyük savaş makineleri, soykırım teknolojileri ile anılırken, diğer yandan toplumsal ilerleme de Nazizm ve faşizmin yükselişi ile açığa çıkan totaliterleşmeye direksiyon kırmıştı. 1960’ların sonundan itibaren artan toplumsal hareketlenmeler neticesinde ise var olan düzenin radikal eleştirisi bir yandan anti-emperyalist ve anti-Amerikancı bir tutum alırken, diğer yandan yerleşik veya Ortodoks Marksist pratikler de ürettikleri iktidar yapıları nedeniyle sorgulanmaya başlanmıştı. Yeni toplumsal hareketler ve öznelliklerin ifade ediliş biçimleri var olan tüm öznellikleri reddetmekte ve aynı zamanda evrensel bir kurtuluş mücadelesi vermek yerine kendi varoluş hallerini yeni öznellikler inşa ederek kurmak amacındaydı. İşte, postyapısalcılık, başta Fransa olmak üzere, Kıta Avrupası’nda yaygınlaşmaya başlayan ve otoriter ve yerleşik hakikatlerin sorgulanmasıyla gelişen, siyaset veya felsefe ile sınırlı kalmayıp sinemadan mimariye, edebiyattan psikolojiye kadar çok sayıda alanda gelişim göstermiş bir akım olarak ortaya çıktı. Bunun temelinde ise ilerleme, evrensellik, nesnel bilim, hakikat ve akılcılık gibi kimi modernizme içkin olan kimi kavramların sorgulanması ve reddi vardı. Bu anlamda, postyapısalcılık modernizm ve Aydınlanma düşüncesinin taşıdığı ideolojilere veya büyük anlatılara derin bir kuşkuyla bakmaktadır ve akıl ve bilginin iktidarla olan yakın ilişkisi nedeniyle disipline edici ve kontrolcü toplumsal alanlar inşa ettiğini ileri sürmektedir.

Uluslararası ilişkiler açısından postyapısalcılık ise disiplinde hâkim olan ve doğalmış gibi sorgulanmadan kabul edilen kimi kavramların ve düşünce yapılarının sınırlayıcı ve hatta baskılayıcı niteliklerini ifşa etmeyi amaçlamaktadır. Özellikle realizmin ve liberalizmin tahakküm kurduğu kavramlar neticesinde uluslararası ilişkiler disiplini tüm Soğuk Savaş boyunca oldukça kısıtlı ve kendini tekrarlayan bir alan olarak kaldı. Özellikle 1980’lerden itibaren, ama esas olarak Soğuk Savaş sonrasında, diğer eleştirel yaklaşımlar gibi postyapısalcılık da bu kısıtlılığı ortaya çıkarmak ve alanı demokratikleştirmek için uygulanan düşünsel bir pratik olarak gelişim gösterdi. Disiplinde sorgulanmadan hakikat olarak kabul edilen devlet, egemenlik, anarşi gibi kavramlar postyapısalcı düşünürler tarafından eleştirel analize tabi tutuldu. Bu doğrultuda, bu kavramların aslında tarihsel bir kurgu oldukları ve onlara gerçekliğini verenin tarihin bu döneminde onları hakikat olarak inşa eden bilgi alanları ve iktidar yapıları oldukları iddia edildi. Bu açıdan, postyapısalcı düşünürler disipline hâkim olan ontolojik, epistemolojik ve metodolojik tutumları analiz etmek ve sarsmak amacındadırlar.

Postyapısalcılığın Temel Kavramları

Uluslararası ilişkilerde postyapısalcılığı tartışmaya başlamadan önce, postyapısalcılığı besleyen felsefi kaynakları incelemek gerekiyor. Bunun için de ilk olarak postyapısalcılığın eleştiri konusu yaptığı yapısalcılığı analiz etmek ve ardından postyapısalcılık tarafından geliştirilen kavram setlerine göz atmakta fayda var.

Yapısalcılığın temelinde toplumsal hayatı anlamlandırmada sabit olarak kabul edilen yapıları incelemekle ilgilenmiştir. Bir başka deyişle, yapısalcılık tüm zamanlarda geçerli olacak bir yapının varlığından söz eder ve bunun için araştırma programını toplumsal davranışları yöneten veya yönlendiren bu gizli yapıları açığa çıkarmakla uğraşır. Yapısalcılık Ferdinand de Saussure’ün (1985) dil teorisinden beslenmektedir. Ona göre dil göstergeler sistemidir. Gösterge (sign) ise gösteren (signifier) ve gösterilen (signified) adını verdiği iki parçadan oluşur. Gösteren yazı, ses veya işaret, gösterilen ise bireyin zihninde canlanan imgedir. Örneğin, küçük, dört ayaklı, kuyruklu, sevimli ve evcilleşebilen bir hayvan olan ‘kedi’ imgesi gösterilen, k/e/d/i harflerinin bir araya gelmesiyle oluşan ‘kedi’ kelimesi ise gösterendir. Bu açıdan, her bir gösteren bir gösterilene işaret eder ve gösterge bu ikisinin birleşiminden oluşur. Dil ise birbirlerinden farklılaşarak kendi anlamına kavuşan göstergelerin oluşturduğu bir sistemdir (langue). Bu çerçevede, dil sistemi zaman ve mekândan bağımsız olarak bir toplumsal olgu olarak bireylerden bağımsız bir şekilde var olmaktadır. Bireyler ise bu dil sistemi içerisinde doğduklarından, onların davranışlarını harekete geçirecek düşünceler bunun içerisinde belirir. Bunun anlamı ise bireylerin düşünceleri var oldukları dil sistemiyle kısıtlıdır.

Bu nedenle, yapısalcılığın temel iddialarından birisi analiz birimlerinin davranışlarını yönlendirmede tercihlerinin etkisinin sınırlı olduğu, belirli şartlar altında tüm birimlerin aynı tepkiler vereceğidir. Nitekim, uluslararası ilişkiler disiplini altında bu atomist yaklaşımın reddi devleti analiz birimi olarak merkeze akan yapısalcı realizm (Waltz, 1979; Walt, 1990; Mearsheimer, 1990) ve liberal kurumsalcılık (Keohane, 1984; Keohane & Martin, 1995) açısından anarşik ‘yapının’ varlığının devletlerin davranışlarında etkisini analiz etmede görmek mümkündür. Buna göre, anarşi esas sabit olduğundan, devletler tarihin her döneminde belirli çıkarlara sahiptir ve bu çıkarlar doğrultusunda benzer davranışları göstermek durumunda kalmışlardır.

Yapısalcılığın dille kurduğu bu ilişkiye karşın, postyapısalcılık açısından dil oldukça kurucudur. Buna göre, yapısalcılığın varsaydığından farklı olarak, postyapısalcılara göre dünya bizi kendisine öylece sunmaz. Bir başka deyişle, dünyayı anlamlandırmaya yarayan kavramlar ve teoriler aslında dilsel oyunlardır. Michel Foucault’nun (2011) “söylem” adını verdiği sözlü ve sözlü olmayan ifadeler bütünü, belirli temsiller ve pratikler yoluyla bilgi ve anlamın üretilmesini sağlayan bir toplumsal sistemdir. Bu noktada, dilin sadece dünyadaki gerçekliği ifade etmemize yarayan bir araç olmadığı, aynı zamanda bizim nasıl bilebileceğimiz ve ifade edebileceğimizi belirleyen, yani sadece yansıtan değil aynı zamanda kuran bir pratik olduğu ortaya çıkmaktadır. Dil, dünyayı anlamlandırmamızı sağlar. Sözgelimi, uluslararası ilişkilerin esas öznesi olarak ulus-devletin inşası, ona dair söylemi çevreleyen kimi sözlü (dış politika ifadeleri, tehdit anlatıları, aktörlüğüne dair çıkarsamalar vb.) ve sözlü olmayan (törenler, nişanlar, uluslararası toplantılar vb.) pratikler yoluyla kılınır. Bu sayede, devletler gerçekliğine bu pratikler yoluyla ulaşırlar ve onları bütüncül, rasyonel ve tutarlı aktörler olarak algılamamıza imkân tanır.

Her ne kadar belirli kavram setlerinin ve teorik çerçevelerin dünyayı anlamlandırmak için seçilimi ‘olumsal’ ise de onun etkilerinin ‘gerçek’ olduğunu kabul etmek gerekiyor. Bir başka deyişle, bugün hâkim olan yorumlamalar tarihsel bir süreç içerisinde farklı yorumlamalar ile mücadele içerisine girmiş ve hegemonik olmuşlardır. Bu anlamıyla da tarihseldirler. Fakat bunların tarihsel olması tutumlarımızda ve davranışlarımızda doğrudan etkileri olmadığı anlamına gelmez. Daha ziyade, hegemonik hale gelmeleriyle birlikte dünyayı yorumlamamızda etkilere sahiptir. Neticede, dil edimseldir: dünyayı sadece tanımlamaz, daha ziyade nesnesini devamlı tekrarlar ve yerleşik kalıplar yoluyla sürekli olarak kurar (Butler, 2008; Weber, 1998). Örneğin, ulus-devletin söylemsel bir teşekkül olduğu tespiti, etkisinin sadece ‘sözden’ ibaret olduğu anlamına gelmez, daha ziyade dil gerçek etkileri olan yapıların ve pratiklerin inşasını sağlar. Bu etkiler ise bilgi ile iktidar arasında kurulan yakın bağ ile ilişkilidir.

Bilim ile iktidar arasındaki ilişkinin yok edilmesi ve nesnel bir bilim arayışı, postyapısalcı düşünürlerce temel eleştiri noktalarından birisi olmuştur. Buna göre, bilimsel süreçler oldukça toplumsaldır ve iktidar ile oldukça yakın ilişkilidir. Michel Foucault’ya (1992, s. 65) göre “iktidarın bilgi ürettiğini… iktidar ve bilginin birbirlerini doğrudan içerdiklerini; bağlantılı bir bilgi alanı oluşturmadan iktidar ilişkisi olamayacağını, ne de aynı zamanda iktidar ilişkilerini varsaymayan ve oluşturmayan bir bilginin ve bilgi alanının olamayacağını kabul etmek gerekir”. Bu nedenle, yapılması gerekenin nesnellik iddiasından vazgeçmek ve mevcut bilgi alanlarının iktidar yapıları ile olan ilişkisini göstermek olduğunu ifade eder. Örnek vermek gerekirse, uluslararası ilişkiler denilen bilgi alanının hâkim bilim yapma yoluyla, örneğin ‘Soğuk Savaş’ denilen ve devletler ve kimi bürokratik yapıları güçlendiren tarihsel dönemin inşasına nasıl katkı sağladığını irdelemek gerekmektedir. Böylece, bu bilgi alanının iktidar pratiklerini nasıl meşrulaştırdığı, iktidarın da ‘gerekli’ bilgiye sağlaması için bu bilgi alanını nasıl beslediği ortaya konulabilecektir (Dalby, 1990).

Bahsedilen teorik çerçeve içerisinde postyapısalcı düşünürler temelde iki yöntem benimsediler. Bunlardan ilki, soybilimdir (geneology). Michel Foucault’nun (1992, s. 59) “[bugünün] soy ağacını çıkartmak” olarak tanımladığı soybilim, çeşitli iktidar etkilerini analiz etmek için geliştirilmiş bir yöntemdir. Buradaki amaç, iktidar ile bilginin ilişkisini ortaya çıkarmak ve iktidar yapılarının tesisi ile bilgi alanlarının inşası arasındaki ilişkiyi analiz etmektir. Bunun için nesnelerin kökenlerinin inşasını ortaya çıkararak bugün için doğal, tarih-dışı ve evrensel olarak kabul edilen şeyleri tarihselleştirmeyi amaçlamaktadır. Böylece, nesnelerin tarihsel oluşumunda nelerin dahil edilip nelerin dışarıda bırakıldığı ve susturulduğu ortaya çıkarılarak lineer bir tarih anlayışının reddedildiği karşı bir tarihin incelemesi yapılabilmektedir. Soybilim ile elde edilmek istenen, tarih içerisinde verili kabul edilen nesnelerin etkilerini tarihselleştirerek kırılganlıklarını, üzerinde yürütülen çekişmeleri ve alternatif yorumları ifşa etmektir. Bir başka deyişle, bugün için normal olarak kabul ettiğimiz nesnelerin ve yapıların tarihsel analizini yaparak bunların nasıl ‘normal’ olarak inşa edildiğini analiz etmek mümkün olacaktır. Bu sayede, büyük bir tarihsel anlatıyı sarsarak, bu tarihsel süreç içerisindeki farklı tarihsel anlatıları analiz etmek ve alternatif tahayyülleri ortaya koymak mümkün olabilecektir.

Soybilim sayesinde bilginin toplumsallığı da ortaya konulabilmektedir. Yukarıda belirtildiği üzere, postyapısalcılığın temel duruşlarından birisi temelcilik karşıtlığıdır ve soybilim sayesinde bilginin belirli bir zaman ve mekâna özgü olduğu ve iktidar ile bağlantısı nedeniyle ancak belirli bir gerçekliği yansıttığı gösterilebilir. Nietzsche’ci bağlamda perspektifçilik olarak adlandırılabilecek bu tutum nedeniyle, evrensel bir akıl yoluyla üretilecek bir bilginin imkansızlığına işaret etmektedir. Bilme eyleminde bulunan özne, tarihsel ve mekânsal olarak inşa edilmiş bir öznedir ve bilme eylemleri o dönemin ve o mekânın şartları çerçevesinde gerçekleşebilir. Bir başka deyişle, bilme eylemi ancak belirli bir anlamlandırma yoluyla mümkün olabilmektedir. Bu ise evrensel bir bilginin olamayacağına, ancak farklı bakış açılarının varlığına işaret etmektedir. Örneğin, terörizm kavramı Fransız Devrimi sırasında devrimci bir devlet şiddeti olarak ve olumlu anlamda kullanılırken, bugün devlet-dışı örgütlerce yürütülen ve oldukça olumsuz bir şiddet türü olarak tarif edilmektedir. Bu nedenle, bugünün evrensel bakış açısıyla 18. Yüzyıldaki terörizm kavramını analiz etmek mümkün değildir.

İkinci yöntem ise yapısökümdür (deconstruction). Jacques Derrida’nın (2010) geliştirdiği bir yöntem olan yapısöküm, metinlerin çözümlenmesinde kullandığı bir tekniktir. Buna göre, bir metin aynı zamanda bir yorumlamadır. Hatta daha da öteye geçecek olursak bir metin herhangi bir yorumun tekrardan yorumlanmasıdır. Julia Kristeva (1980), okunan metnin yazardan okuyucuya doğrudan geçmediği iddiasındadır ve ona göre bir metin farklı metinler ile bir yorumlama ilişkisi içinde olduğundan bahsedilmesi gerekenin özneler-arası bir ilişki değil metinler-arası bir ilişki (intertextuality) olduğudur. Bu nedenle, Jacques Derrida için dünyanın bizzat kendisi bir metindir. Bunun anlamı ise özgün bir yorumun imkansızlığıdır ve her şey daha önceki yorumların birer tekrarından ibarettir. Nitekim, Roland Barthes (1977) da ‘yazarın ölümünü’ ilan ederek esas olanın okuyucunun metinden ne anladığı olduğu iddiasındadır. Okuyucu farklı metinlerle birlikte elindeki metni okur ve bunlarla ilişkisel içinde metni yorumlar. Bu durumda, elimizde kalan nesnel bir gerçekliğin doğrudan tasviri değil, çok sayıda farklı yorumlamadır. Örneğin, Türkiye’de Kurtuluş Savaşı olarak adlandırılan savaş, Yunanistan’da Küçük Asya Felaketi olarak adlandırılmakta ve aynı savaş farklı yorumlamalara tabi olmaktadır. Bu ise farklı tarih anlatılarının ortaya çıkmasına ve örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temeli veya Helen tarihinin en büyük yenilgisi olarak yorumlanabilmektedir. Bu durumda, nesnel bir tarih tezinden bahsedebilmek mümkün olmamaktadır. Elimizde var olan metinler-arasıcılıktır.

Bu durumda, yapısöküm ile esas amaçlanan şey metinler-arasındaki bu etkileşimi ortaya çıkarmak ve doğal olarak kabul edilen kavramları ve yorumlamaları sarsmaktır. Bu açıdan, yapısöküm dilde var olan karşıtlıkların nasıl belirli bir yorumlamayı kurduğunu incelemektedir. Buna göre, bir metinsel stratejide ‘üstün’ olarak kabul edilen kavramlar onun tam zıttı olan kavramların unutulması veya bastırılması ile üstünlüklerini inşa ederler. Nitekim, karşıtlıklar her zaman hiyerarşik bir düzleme işaret eder. Düzen-anarşi, iç-dış, benlik-öteki, erkek-kadın, Batı-Doğu gibi ikilikler ikincisinin bastırılması veya unutulması yoluyla ilkini normun kendisi haline getirir. Yapısöküm ile yapılmak istenen ise bu unutturma ve susturma stratejilerini ortaya çıkararak ilkine bahşedilen hiyerarşik değerlendirmeyi ifşa etmektir. Böylece, ikincinin ilkinin üstündeki etkilerini analiz etmek mümkün hale gelecektir. Örneğin, Edward Said’in (1999) Şarkiyatçılık eseri yapısökümün en önemli eserlerinden biridir, çünkü Batı dediğimiz coğrafi ve siyasi yorumlamanın Doğu’nun unutulması, ötekileştirilmesi veya baskılanmasıyla nasıl inşa edildiğini metinler-arasıcılık çerçevesinde analiz eder. Böylece, Batı’nın Doğu’ya karşı üstünlüğü ve ayrıcalığı metinlerde sürekli tekrar yoluyla devamlı üretilir.

Uluslararası İlişkilerde Postyapısalcılık

Yukarıda bahsedilen teorik yaklaşım neticesinde uluslararası ilişkilerde de postyapısalcı düşüncenin özellikle 1980’lerin ikinci yarısından itibaren etkili olmaya başladığı söylemek mümkündür. Postyapısalcı düşünürler o dönemde hâkim olan teorik yaklaşımların genel geçer kabul ettiği savlarını ve kavram setlerini eleştirel bir analize tabi tutarak hâkim pozisyona nasıl geldiklerini analiz etmeyi amaçlamışlardır. Bu nedenle, postyapısalcı düşünürler “kendi mutlak zeminini iddia etme, kendi monolojik yourmlamalarını ileri sürme, kendi tarihsel karşı-anlatılarını inşa etme ve diğerlerinin tarih çıkarsamalarının mutlak doğruluğu ve yanlışlığına karar verme” tutumları içerisine girmeyip “sınır söylemlerine” odaklanmayı tercih etmişlerdir (Ashley, 1989, p. 272). Bunun için yukarıda bahsedilen soybilim ve yapısöküm yöntemleriyle uluslararası ilişkiler disiplininde var olan iktidar etkilerini ortaya çıkarma çabasına girmişlerdir. Bu bağlamda, postyapısalcı düşünürler açısından uluslararası ilişkiler disiplini tek bir ontolojik ve epistemolojik tutuma sahip gibi görünse de aslında bunun arkasında yatan esas neden belirli teorik tutumların disipline hâkim olmasıdır. Bu nedenle, öncelikli amaç bu iktidar ilişkisini çözümlemek olmuştur.

Postyapısalcı düşünürler, uluslararası ilişkilere hâkim olan devlet, egemenlik, anarşi ve dış politika kavramlarını sorunsallaştırdılar. Bunun için devlet-merkezli uluslararası ilişkiler disiplininin ürettiği teorik yaklaşımları ve kavram setlerini soybilim ve yapısöküm kullanarak eleştirel analize tabi tuttular. Bu bağlamda, postyapısalcı düşünürler açısından esas soru egemen bir devlet anlayışının nasıl ‘hakikat’ olarak belirginleştiği ve uluslararası disipline içerisinde esas aktör olarak kurgulandığıydı. Bu sorulara cevap vermek amacıyla egemen devleti esas aktör olarak kurgulayan ve ona atfedilen kimi nitelikler (dış politika ve sınır meselesi, savaş/şiddet, devletin öznelliği vs.) postyapısalcıların araştırma konuları arasında yer aldı. Örneğin, Richard K. Ashley (1988) uluslararası ilişkilerde anarşi sorununu ele almış ve anarşi söyleminin şekillendirdiği merkezi veya egemen bir güç ihtiyacı ve uluslararası ilişkilerde bu boşluk nedeniyle ihtiyaç duyulan güç politikasını yapısöküme uğratmıştır. Keza, R.B.J. Walker (1992) uluslararası ilişkilerin iç ile dış arasında sınırları icra eden bir politik teori olarak kendi hâkim gerçekliğini nasıl ürettiğine odaklanmıştır. David Campbell ise (1998) dış politikanın aslında devletliliği nasıl ürettiği ve iç ile dış arasında konulan sınırlar yoluyla güvenlik söyleminin belirli bir öznelliği inşa ettiği ile ilgilenmiştir. Böylece, postyapısalcı düşünürlerin ortaya çıkarmaya çalıştığı şey, disiplinde hâkim olan ve doğal kabul edilen kimi yaklaşımları ve kavram setlerini sarsmak ve yıkmaktır.

Böylece, yapısöküm yoluyla postyapısalcı düşünürler uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde dışlamanın nasıl işlediğini analiz edebilmektedirler. Uluslararası ilişkilerin 1. Dünya Savaşı’nın hemen ardından bir disiplin olarak ortaya çıkması ve ilk yayılımını genelde Batı dünyasında göstermesi, disipline hâkim olan teorik yaklaşımları da genelde Batılı, beyaz ve erkek bakış açısına hapsetmiştir. Bu açıdan, teori ile pratik arasındaki ilişki kurucudur. Bir başka deyişle, belli bir gerçekliği yansıttığı iddiasındaki realist ve liberal yaklaşımların epistemolojik tutumundan ziyade, postyapısalcılık teorinin kendisinin bizzat pratik olduğunu iddia eder. Bu, özellikle realizmin, ama aynı zamanda liberalizmin yaslandığı iç-dış, benlik-öteki, egemenlik-anarşi gibi ikilikler, aslında belli bir gerçekliğin bir tasviri değil, bu ikilikleri kuran ve ulus-devleti tek geçerli aktör olarak inşa eden teorik yaklaşımlar olduğu anlamına geliyor. Nitekim, Richard K. Ashley (1987), dış politikayı “sınır çizici siyasi performans” olarak nitelendirmekte ve David Campbell (1998) da dış politikanın dış ile iç arasındaki ayrımı üreten bir tür pratik olduğunu ifade etmektedir. Bu ise hâkim olan büyük anlatıların etkisi nedeniyle özellikle belirli toplumların taleplerinin ve yaklaşımlarının dışlanmasına neden oluyor.

Soybilim ise uluslararası ilişkiler disiplininde üretilen teorik yaklaşımlar ile hâkim gerçekliğin arasındaki ilişkiye odaklanarak teorik yaklaşımların iktidar pratiklerini nasıl ürettiğine odaklanır. Buna göre, postyapısalcılar açısından bugün tahayyül ettiğimiz ‘devletler-arası’ ilişkilerin ‘hakikati’ bizzat uluslararası ilişkiler disiplini tarafından kurulmuştur. Nitekim, soybilim aracılığıyla ‘hakikat’ iddiasındaki büyük anlatıların aslında gerçekliğin belli bir temsili olduklarını tespit etmek mümkün olabilir. Her bir teorik yaklaşım, özellikle de realizm ve liberal kurumsalcılık, verili kabul ettikleri kavram setlerini kullanarak evrensel bir bilgiye ulaştıklarını iddia etmektedirler. Her ikisi için de ortak olan anarşinin verili olması, devletlerin tek gerçek aktör olarak kabulü ve devletlerin atomist, yani sadece kendi çıkarlarını düşünen ve bu doğrultuda davranışlar geliştiren aktörler oldukları savları evrensellik iddiasına dayalı bir uluslararası ilişkiler bilgi alanı ile gerçekliğine kavuşur. Bir soybilimci için bu savlara ve ona temel teşkil eden kavram setlerinin tarihsel inşasına yapılacak yolculuk, bu evrensellik iddiasını bir temsile indirecektir. Bir başka deyişle, soybilim yoluyla uluslararası ilişkilerin kendi nesnesini ve hakikatini nasıl inşa ettiğini görmek ve disiplin içinde iktidar ilişkisini tesis ettiğini ifşa etmek olası hale gelecektir. Temsil ise bir gerçekliğin yansıtılması ile değil, yansıtılan gerçekliğin yaratılması veya anlatı hale getirilmesi ve sürekli tekrarlanması olarak belirir.

Örneğin, ‘Türkiye Dış Politikası’ olarak adlandırılan pratik üç kavramın da belirli bir şekilde yorumlanmasıyla mümkün olabilmektedir. ‘Türkiye’ olarak isimlendirilen ve belirli bir öznelliği temsil ettiği düşünülen bir egemen devletin, ‘Dış’ ile belirli ve mutlak bir şekilde ‘içi’ ayıran bir sınırlılığın ve ‘Politika’ ile belirli kurumlarca ve teknik-sembolik pratiklerle icra edilen ve ‘anarşik’ bir uluslararası ortamda yürütülen bir siyaset anlayışının bir araya gelmesiyle ‘Türkiye Dış Politikası’ mümkün olabilmektedir. Bu çerçevede, bu kavramların ifade ettiği pratiklerin birbirlerini kurduğu, sözgelimi, ‘Politika’ ile düşünülen pratiklerin belirli bir iç/dış ayrımını yeniden ürettiği ve böylece bu iç/dış ayrımına dayanarak Türkiye’nin ne olduğu, bir başka deyişle hangi öznelliği hegemon hale getirdiği önemli hale gelmektedir. Nasıl bir Türkiye Dış Politikası’ndan bahsedildiğine bağlı olarak bu politikayı kimin belirlediği, hangi öznelliği inşa ettiği, hangi iktidar mücadelelerini içerdiği ve tehdit/güvenlik söylemleri yoluyla hangi öznellikleri dışladığı gösterilebilir. Postyapısalcı düşünürler bu kavram setlerini yukarıda bahsedilen yöntemler yoluyla analiz ederler ve onlara doğallığını veren tarihsel süreçleri ve iktidar yapılarını ortaya koyabilirler.

Neticede, postyapısalcı araştırma gündemi çok farklı alanlara odaklanarak büyük anlatıların dışladığı anlatıları açığa çıkarmakla uğraşır. Bu çalışmalar egemenliğin soykütüğü ve icrası (Bartelson, 1995; Weber, 1995; Schmidt, 1998; Weber, 1998; Edkins, 2000), şiddet ile egemenlik/devlet arasındaki kurucu ilişki (Campbell & Dillon, 1993; Edkins & Pin-Fat, 2005), savaşın analizi (Der Derian, 2001; Dillon & Reid, 2001; Jabri, 2006), toplumsal kurgu olarak dış politikanın inşası (Doty, 1993; Campbell, 1998), diplomasinin soykütüğü (Der Derian, 1992), güvenlik ve tehdit söylemleri (Dalby, 1988; Dillon, 1996; Hansen, 2006; Debrix & Lacy, 2009), strateji kültürünün inşası (Klein, 1988; Klein, 1994), güvenlik politikalarının üretimi (Bigo, 2002; Huysmans, 2006; Côté-Boucher, Infantino, & Salter, 2014), siyasi coğrafyanın eleştirel analizi (Agnew, 2005; Elden, 2010), terörizm söyleminin inşası ve terörle mücadele (Jackson, 2005; Reid, 2006; Stampnitzky, 2013; Ditrych, 2014; Erlenbusch-Anderson, 2018) gibi çok sayıda kavramı ve alanların kapsamaktadır.

Postyapısalcılığa getirilen esas eleştiri ise sadece yıkmak ile uğraştığı kurucu bir analiz getirmediğidir (Keohane, 1988; Halliday, 1996). Bu doğrultuda, postyapısalcılığın herhangi bir ahlaki tutuma sahip olmadığı ve ‘her yol mubah’ şeklinde özetlenebilecek bir göreceliliği savunduğu dile getirilir. Fakat postyapısalcılığın büyük anlatılara duyduğu kuşku nedeniyle bu eleştiriyi fazla basit şeklinde değerlendirmek mümkündür. Gerçekten, postyapısalcı düşünürler hâkim düzeni kuran bilgi ağını ifşa ederek alternatif bakış açılarına da yer açılması için çabalamaktadırlar. Bunun anlamı, egemenliğe dayalı devlet-merkezli bir dünya anlayışı yerine alternatif dünya tahayyüllerini de düşünebilmeyi salık vermesidir. Bu da egemenliği ciddi derecede sarsan ve uluslararası siyaseti devlet-merkezli okumaktan alıkoyan diğer süreçleri, aktörleri ve kuvvetleri değerlendirmek anlamına gelmektedir. Örneğin, göç meselesini devlet merkezli bir uluslararası ilişkiler temelinden değil, göç edenler, onları zorlayan koşullar ve göçmenlere yönelik uygulanan ayrımcı politikalar üzerinden değerlendirmek göçün sınıra dayalı egemenlik anlayışına meydan okumalarını görmeye de imkân verecektir. Keza, James Der Derian’ın (2003) makalesinde belirttiği gibi artan kitlesel iletişim ve bilgi teknolojileri nedeniyle “süper güçlü” hale gelmiş kimi aktörlerin (örneğin, dijital cihatçılık, toplumsal örgütlenmeler, küresel sosyal medya kampanyaları veya hackerlar gibi) egemen devletin sınır temelli egemenlik anlayışına nasıl meydan okuduklarını ve aslında devletlerin bu aktörlere kıyasla ne kadar güçsüz kalabileceğini analiz etmek mümkündür. Örneğin, Arap İsyanları sırasında çeşitli sosyal medya platformları aracılığıyla yayılan bilgiler ve bir ülkeden diğerine sıçramasına neden olan direniş ve örgütlenme pratiklerinin bu platformlardan yayılması, bu medya araçlarının küresel etkisinin zaman zaman devletlerin egemenlik iddialarını nasıl aştığını göstermektedir.

Bu durumda, postyapısalcılık ahlaki tutumun göreliliğini mi savunmaktadır? Postyapısalcılığa yapılan eleştiri onun nihilist bir tutuma sahip olduğudur. Bu ise postyapısalcılığın hiçbir ahlaki değere sahip olmadığı ve her tutumun meşrulaştırılabileceği şeklinde değerlendirilmesine neden olmuştur. Halbuki, postyapısalcılık görecelilik ile değerler arasında mutlak bir bağlantı olduğunu reddetmektedir. Nitekim, James Der Derian (2008) postyapısalcılığın göreliliğin altında herhangi bir ahlaki değerin veya düşünce sisteminin nasıl evrensel olarak kabul edildiğini ve bu süreçte dışlamanın nasıl işlediğini incelemekte olduğunu iddia etmektedir. Buna bağlı olarak, göreliliğin bizzat kendisi bir ahlaki tutumdur, çünkü görelilik ile ifade edilen “her şeyin izin verilebilir” olduğu değil, “her şeyin sorgulanabilir” olduğudur (Der Derian, 2008, s. 194). Bu ise oldukça kapalı olarak tanımlanabilecek düşünce ve değer sistemlerinin demokratikleştirilmesi yolunda atılabilecek bir adımdır. İçerisi ile dışarısı ayrımına dayalı bir uluslararası ilişkiler disiplinin dayandığı egemen devletler sisteminin tek geçerli norm olduğu yargısı, temelde ahlaki tutumun totaliterleşmesi olacağından postyapısalcılar, alternatif ahlaki tutumlar üretmekten ziyade bu ahlaki tutumun dışlayıcı etiğini sorgulamayı amaçlamaktadırlar (Walker, 1992; Campbell, 1998).

Türkiye’de Postyapısalcılık

Türkiye’de postyapısalcı uluslararası ilişkiler yaklaşımlarında Soğuk Savaş’ın ardından ciddi bir artış gözlemek mümkündür. Necati Polat (1998) ve Pınar Bilgin’in (2002) erken dönem teorik çalışmaları postyapısalcı çalışmaların ilk örnekleri olarak gösterilebilir. Özellikle Türkiye dış politikası hakkında çok sayıda postyapısalcı metnin 2000 yılların ortasından itibaren yayınlandığını ve teorik anlamda Türkiye uluslararası ilişkiler disiplininde yeni bir alan açtığını görmek mümkündür (Bilgin, 2006; Aydın-Düzgit, 2013; Balcı, 2015). Keza, farklı alanlarda postyapısalcılığın kullanıldığı metinler de mevcuttur. Avrupa Birliği’nin dış politikası ve Türkiye ile ilişkileri (Bilgin, 2004; Aydın-Düzgit, 2011; Aydın-Düzgit, 2012; Cebeci, 2012), küresel bir güvenlik kompleksinin inşa edilişini ve icrasını (Balta-Paker, 2012) veya güvenliğin biyopolitikası (Çalkıvik, 2011) hakkında postyapısalcı yaklaşımların kullanıldığını söyleyebiliriz.