Söylem analizi, 1980’lerden itibaren özellikle inşacı ve eleştirel Uluslararası İlişkiler akademisyenleri tarafından çok tercih edilen bir ampirik analiz yöntemi haline gelmiştir. Başlarken, tek bir söylem analizi yöntemi olmadığını belirtmek gerekir. Söylem analizine farklı teorik açılardan yaklaşan akademisyenler, söylem analizi araçlarını çeşitli biçimlerde –bazıları daha esnek, bazıları ise daha sistematik olarak– kullanmaktadır. Ne söylemin ne de söylem analizinin standart bir tanımı vardır. Örneğin, Reisigl, Michel Foucault’nun söylem konusunda College de France’de yaptığı ünlü konuşmasında, kavramı yirmi üç farklı anlamda kullandığını belirtir.1 Genel anlamda söylem, sorgulanmadan genel kabul gören anlam yapılarını ifade eder. Foucaultcu yaklaşımda söylem, neyin söylenip neyin söylenemeyeceğini belirler, özneler yaratır, kimlikler atfeder, rasyonel olanla olmayan ve meşru olanla olmayan eylemler arasında sınırlar çizer. Örneğin Avrupa konusundaki söylem, Avrupa hakkında söylenebilecek ve söylenemeyecekleri (kıta, örgüt, düzen ama şirket değil gibi), kimin Avrupalı olup olmadığını ve kimin Avrupa hakkında konuşup konuşamayacağını belirler. Bu anlam yapılarını belirlemek amacıyla söylem analizi, söylemsel pratikleri2—örneğin Avrupa hakkında ne söylendiğini– inceler.

Bireysel söylemsel pratiklerin söylemi ne oranda şekillendirip şekillendiremediği ya da değiştirip değiştiremediği konusunda söylem analizini kullanan akademisyenler arasında önemli teorik farklılıklar bulunur. Foucaultcu gelenekte aktörlerin, söylemin unsurlarını, söylem tarafından yaratılan özne konumları içerisinde sadece “dile getir”dikleri varsayılırken, Wittgenstein’ın dil oyunları ve Austin’in söz-eylem (speech-act) teorileri, söyleme şekil verilmesi noktasında aktörlere daha fazla zemin tanır.  Ve söylemi, toplumsal kural ve normlar bağlamında gerçekleşen bireysel söylemsel pratiklerin ürünü olarak görür.3 Söylemlerin ne ölçüde değişime ve sorgulanmaya açık oldukları konusunda da söylem analizcileri arasında önemli teorik farklılıklar bulunmaktadır. Derrida’ya dayanan söylem analizi, söylem içerisinde rastlantısallık ve tutarsızlığa ve anlamın hiçbir zaman sabitlenemeyeceğine vurgu yapar.4 Diğer taraftan Habermas-kaynaklı söylem analizi, söylemin mutabakata ve oydaşma-yaratan boyutlarına odaklanır ve söylemi, toplumsal olarak üzerinde uzlaşılmış bir gerekçelendirme sistemi olarak inceler.5

Söylem Analizi ve Üçüncü Tartışma

Söylem analizinin Uluslararası İlişkiler akademisyenleri tarafından benimsenmesi, 1980’lerin sonunda, disiplinin ontoloji ve epistemolojisi konusundaki geniş kapsamlı meta teorik tartışmalarla aynı döneme denk gelmektedir. Üçüncü Tartışma şeklinde bilinen süreçte, disiplinin nesnellik, gerçekler/değerler ayrımı ve gerçeğin bağımsız varlığı konularındaki yaygın pozitivist varsayımlarını sorgulayan post-yapısalcı yaklaşımlar, bazı Uluslararası İlişkiler akademisyenlerine bir ilham kaynağı olmuştur.6 Post-yapısalcı Uluslararası İlişkiler teorisyenleri, anarşi, egemenlik ve dış politika gibi geleneksel uluslararası ilişkiler kavramlarını, kendilerinden bağımsız olarak var olan bir dünyayı anlamamıza yarayan kavramlar olarak değil, aksine bu dünyayı var eden ve teşkil eden egemen ve sorgulanmayan söylemler olarak yeniden tanımladılar.7

Post-yapısalcı teoride söylem, güçle iç içe örülmüştür.8 Gerçeklik üzerindeki şekillendirici etkisi yoluyla söylem, belli anlayışları egemen kılarak ve diğer bazılarını da dışlayarak güç uygular. Örneğin anarşi bir söylem olarak incelendiğinde, burada artık sorulması gereken soru anarşi varsayımının geçerliliği yani uluslararası sistemin gerçekten anarşik olup olmadığı değil, anarşi varsayımının, örneğin küresel siyasetteki çeşitli asimetrileri gizleme çerçevesinde nasıl bir işlev gördüğüdür. Bu yüzden, bu ilk evre eleştirel Uluslararası İlişkiler akademisyenleri açısından söylem analizi, basit bir metodolojik bir tercih değil, uluslararası ilişkiler disiplininin kendisini bir söylemler dizisi olarak görmelerinin ve bu söylemlerin dışlayıcı etkilerine karşı çıkışlarının bir dışavurumudur. Bu yüzden bu evrede söylem analizi eleştirel yaklaşımlara hizmet edecek şekilde, başat anlayışların tarihselliğini göstererek doğallığını ortadan kaldırmak, disiplin tarafından maskelenen tahakküm ve güç ilişkilerini ortaya çıkarmak ve mutlak doğru iddialarının meşruiyetini ortadan kaldırmak için kullanıldı. Örneğin Richard Ashley ve Rob Walker, anarşi hakkındaki söylemler, jeopolitik söylemler ve iç/dış ayrımlarının nasıl uluslararası ilişkileri algılama biçimlerimizin ana unsurları haline geldiğini göstermiştir.9

Bu ilk evre post-yapısalcı söylem analizcileri, genel anlamda değişim potansiyeline ve meydan okumalara odaklanmaktan ziyade, hegemonik söylemleri tespit etmeye ve tarihsel süreklilikleri göstermeye odaklanmıştır. Uluslararası İlişkiler disiplinindeki rasyonelist ana akım, bu ilk evre söylem analizlerini, metodolojik titizliğe sahip olmadıkları gerekçesiyle genelde gözardı etmiştir.10 Post-yapısalcı analizlerin sınırlı sayıdaki metnin öznel yorumuna dayandığı ve bu yüzden bulgularının tekrarlanabilir ve genellenebilir olmadıkları ileri sürülmüştür. Post-yapısalcı söylem analizcileri de aynı şekilde bu eleştirileri gözardı etmiş, söylem analizinin yeni bilimsel gerçeklik iddiaları üretme peşinde olmadığını çünkü bunu yapmanın, bir gerçeklik rejiminin yerine yenisini koymak anlamına geleceğini ve böylece post-modern hassasiyetlere ters düşeceğini ileri sürmüştür.

İnşacı Yaklaşımlarda Söylem Analizi

1990’lardan itibaren söylem analizi, inşacı akademisyenler aracılığıyla disiplinin çeperinden çıkarak yavaşça ana akım yaklaşımlar arasına girmiştir. Üçüncü büyük tartışmanın öncülerinin aksine inşacı akademisyenler, disipline yönelik epistemolojik değil ontolojik bir sorgulama getirip11 uluslararası olguların sosyal olarak inşa edilmelerini vurgulamaya odaklanmıştır. Kendilerini rasyonelist ana akımla ona meydan okuyan post-yapısalcılar arasında via media (orta yol) olarak konumlandıran12 inşacıların temel ilgisi, uluslararası ilişkileri şekillendirmede rol oynayan fikir, norm, kimlik, kültür ve diğer öznelerarası paylaşılan anlamlar gibi düşünsel unsurları göstermektir. İnşacı akademisyenler, bu paylaşılan anlam yapılarını tespit etmek ve etkilerini göstermek amacıyla, çoğu zaman söylem analizini mülakatlar, süreç takibi ve karşıt-gerçeklik analiziyle birleştiren eklektik yöntemler kullanmıştır.13

İnşacı akademisyenlerin genellikle eleştirel değil yorumsal bir yöntem olarak söylem analizini kullandıklarını söylemek yanlış olmaz. Bir başka ifadeyle söylem analizi, söylemlerin tarihselliğini ve hakimiyetini ortaya çıkarmaktan ziyade, belli bir sosyal bağlam içerisinde paylaşılan anlam yapılarının tespit edilmesi için kullanılmıştır. Kabaca söylemek gerekirse, Ashley anarşinin ne yaptığıyla ilgilenirken, Wendt devletlerin anarşiden ne anladığına odaklanmıştır.14 Buna ek olarak inşacı akademisyenler, metin seçimlerini netleştirip gerekçelendirerek ve ampirik analizlerindeki adımları özetleyerek rasyonelist ana akımdan ilk evre post-yapısalcı söylem analizcilerine yöneltilen eleştirilere yanıt vermeyi amaçlamıştır. İnşacılar, Uluslararası İlişkilerde söylem analizi metodolojisinin ana hatlarını çıkarma konusuna da özen göstermiş ve yüklem analizi, metafor analizi ve eleştirel söylem analizi gibi analitik dilbilim yöntemlerini bilinçli olarak uygulamışlardır.

Söylem analizi konusundaki ilk yöntem makalelerinden birinde Jennifer Milliken, “yüklem analizi” olarak adlandırılan söylem analizi türüne dair çeşitli adımların ana hatlarını ortaya koymuştur. Söylemlerin anlamlama (signification) sistemleri şeklinde ele alındığı yüklem analizinde, söylemler yoluyla oluşan ilişkisel farklılık ve hiyerarşiler, metinlerdeki dilsel uygulamaların analizi yoluyla gösterilir.15 Fiiller, belirteçler ve isimlere iliştirilen sıfatlar gibi dilsel belirtme uygulamalarına odaklanan yüklem analizi ampirik açıdan daha titiz bir söylem analizinin hedeflendiği ikinci evrede yaygın şekilde kullanılan bir inceleme yöntemi olmuştur.16

Uluslararası İlişkiler alanında yaygın olarak kullanılan ve söylemleri anlamlama (signification) sistemleri olarak ele alan bir diğer söylem analizi yöntemi de ‘metafor analizi’dir. Bu yöntemde metaforlar, ‘insan düşünce ve eylemleri için yapılanma olasılıkları’ şeklinde kavramsallaştırılır ve dünyayı anlayabilmek için kullanılan çeşitli sıradan şablonları keşfetmek amacıyla analiz edilir.17 Bu çalışmalar, metaforları, önceden belirlenmiş benzerliklere sahip verili özneler arasındaki ‘nesnel aracılar’ olarak ele almaz.18 Bunun yerine, söylem içerisinde ‘ortak akıl’ olarak tortulaşan metaforların, düşüncelerimizi ve eylemlerimizi bizi olguların belli açılarına odaklanıp bunların dışında kalan alternatif fikir ve eylemleri dışlamaya iterek şekillendirdiği düşünülür.19 Örneğin Chilton ve Lakoff, uluslararası politikanın, geleneksel olarak devletleri bireyler ya da belli sınırlara sahip kutular olarak ele alan metaforik ifadelerle inşa edildiğini ve bunun da devletler arasındaki bazı hakim uygulamaları doğal hale getirirken bazılarının da marjinalize edilmesine hizmet ettiğini ileri sürer.20

Dilsel araçlara dayanan mevcut söylem analizi yöntemlerinin, söylemin doğallaştırıcı/marjinalleştirici etkilerini yeterince ele alamadığı yönündeki eleştirilere bir karşılık olarak eleştirel söylem analizi (critical discourse analysis–CDA), daha kapsamlı anlatım uygulamalarına odaklanarak anlamlama sistemleri analizini biraraya getirmiş ve aynı zamanda uluslararası ilişkiler çalışmalarında da kullanılmaya başlanmıştır.21 Eleştirel söylem analizi (ESA), farklı sosyal alanlardaki söylemler ile toplumsal ve kültürel gelişmeler arasındaki ilişkileri ampirik olarak analiz etmeyi mümkün hale getiren dilsel bir yöntem önermektedir. ESA yaklaşımları, genel anlamda söylemsel pratikleri, sosyal kimlikler ve ilişkileri de içeren sosyal dünyanın inşasına katkı yapan toplumsal pratikler olarak görür. Gerek sorgulanmayan bilgilere eleştirel yaklaşım açısından, gerekse de söylemin tarihsel ve kültürel olark özgülüğü ve dünyanın inşası sırasında sosyal etkileşimlerin rolü konularında ESA, post-yapısalcı söylem analizinin genel kaygılarını paylaşır. Fakat sosyal gerçekliğin inşasındaki söylemsel olmayan uygulamaları dikkate alması bakımından post-yapısalcı yaklaşımlardan ayrılır. Bunu yaparken, söylemlerle sürekli diyalektik bir ilişki içerisinde olan ama söylemin dışında (kurumlar gibi) kalan bir sosyal gerçekliğin varlığını ileri sürer. Toplumsal değişim ve milliyetçilik çalışmalarında bir süredir yaygın olarak kullanılsa da, ESA’nın Uluslararası İlişkilere girişi nispeten yenidir. AB kurumları ve üye devletlerinin söylemsel olarak ‘Avrupa’yı nasıl inşa ettiğini gösteren Kryzanowski ile Kryzanowski ve Oberhuber, ESA’yı bu alanda ilk kullananlardan olmuştur.22

Sonuç Yerine: İç Bütünleşme Dönemi

Bu metodolojik gelişim ve çeşitlenme döneminin ardından Uluslararası İlişkilerdeki söylem analitik metotlar, bir tarafta niceliksel metin analizi yöntemleriyle iç içe geçmeye başladığı, diğer tarafta da kendi içinde bütünleşmeye gittiği yeni ve üçüncü bir evreye girmiştir. İç bütünleşme çerçevesinde son yıllarda Uluslararası İlişkilerde söylem analizine odaklanan çok sayıda ders kitabı ve kitapta bölüm yayınlanmıştır.23 İç bütünleşme, söylem analizinde çoğulculuğun kabul edilmesiyle bir arada gitmiştir. Bu doğrultuda Holzscheiter, Uluslararası İlişkilerde söylem analizinin farklı türlerine dair çok kullanışlı bir tipoloji sunarak, etkileşimci, yapısal, maksatlı ve üretimsel yaklaşımlar arasında ayrım yapmış ve Uluslararası İlişkilerdeki güncel söylem analitik akademik çalışmaları bu türlere göre konumlandırmıştır.24 Teorik düzlemde  akademisyenler, daha çok söylemsel olan ve olmayan alanlar arasındaki bağlantıya odaklanmıştır; uygulama teorisi (practice theory) bu ikisinin bir olduğunu ileri sürmüştür.25

Bu iç bütünleşme süreci devam ederken, bazı akademisyenler, epistemolojik uyumsuzlukları kabul etmekle birlikte söylem analiziyle içerik analizi gibi niceliksel metin analizi yöntemlerini bir araya getirmeye çalışmıştır. Örneğin Hardy et al., gerçekliğin sosyal inşası ve anlamın akışkanlığını her iki metodolojinin de ortak varsayımı haline getirerek içerik analizinin söylem analitik yaklaşım içerisinde kullanılabileceğini ileri sürmüştür.26 Hopf ve Allan, ulusal kimliklerin farklı ulusal bağlamlarda ve zaman içerisinde inşasını incelerken araştırmacıların kullanabileceği sistematik bir söylem analizi şablonu geliştirmiştir.27

Sonuç olarak söylem analizi, 1980’lerin sonlarında Uluslararası İlişkilere girişinden bu yana oturmuş bir metodolojik yaklaşıma dönüşmüştür. Konuşma ve belgeler gibi metinsel materyalleri incelemeye çalışan Uluslararası İlişkiler akademisyenleri açısından, teorik temelleri ve metodolojik araçlarını da dikkate alarak söylem analizini bilinçli ve sistematik bir şekilde kullanmak son derece önemlidir.