Pierre Bourdieu’nun entelektüel mirası, Uluslararası İlişkiler (Uİ) disiplini için ciddi açılımlar sağlama potansiyeline sahip olmasına rağmen, 2000’li yılların sonuna kadar Bourdieu merkezli Uİ çalışmaları hem sayıca hem de kalite bakımından oldukça yetersiz kalmıştır. Bourdieu’nün Uİ ile kesiştiği temel nokta, kendisini “inşacı yapısalcı” (constructivist structuralist) veya “yapısalcı inşacı” (structuralist constructivist) olarak tanımlamasında aranabilir (Bourdieu, 1990: 123). Bu tanımla birlikte Bourdieu, kendini dilbilimci Ferdinand Saussure ve antropolog Claude Lévi-Strauss gibi yapısalcı isimlerden ayırır. Burada yapısalcılık ile kastedilen, toplumsal aktörlerin müdahalelerinden bağımsız olan ve onları çerçevelendiren/yönlendiren pratiklerin ve temsil mekanizmalarının varlığını gösteren yaklaşımdır. Bourdieucü inşacılık ise Bourdieu ismi ile müsemma habitus kavramını temel almakta ve aktörlerin toplumsal alanlara (field) içkin yatkınlıklara (dispositions) sahip olduğunu öne sürerek, toplumsal örüntülerin (pattern) izini sürmeyi amaçlamaktadır (Ibid., 123).

Bourdieu ve Pratik Teorisi

Bourdieucü habitus, öznellik ve nesnellik arasında bir köprü görevi üstlenerek, toplumsal eylemi, bireylerin öznel-kültürel mirasları ile bilinç dışı öğrenme süreçleri temelinde açıklamaya çalışır (Jenkins, 2006: 45-46). Bir örnek ile, her gün sabah uyandıktan sonra yaptığınız aktivitelerin birbirinin tıpa tıp aynısı olması habitustandır. Bu aktivitelerin eyleme dökülmesi, her gün verilen rasyonel kararlara değil, hem (muhtemelen ailenizden öğrendiğiniz) kültürel mirasa hem de “aklınız başka yerdeyken bile” aksatmadan tekrarlayarak artık bir alışkanlık haline getirdiğiniz bilinç dışı eylem süreçlerine bağlıdır. Bilincin dışına çıkma noktasında sahneyi, alan kavramı alır. Bourdieu’ye göre alan çeşitli siyasi, ekonomik, politik veya kültürel konuşlanmaların arasındaki ağların ve biçimlenmelerin esas olduğu nesnel ilişkiler topluluğudur (Bourdieu&Wacquant, 1992: 97).1 Her bir alan en az bir sermaye (capital) biçimine ev sahipliği yapar. Örneğin, sanat alanında estetik sermaye, kültürel sermaye ve finansal sermaye kesişir. Sanat alanındaki eylemlerimiz ve yatkınlıklar kümemiz (kısaca, habitusumuz) söz konusu sermaye tiplerine ne kadar sahip olduğumuz ile doğrudan bağlantılıdır. Sıra dışı bir resim zevkine (“estetik sermaye”) sahip olmanız, değerli bir tablonun değerini anlamanıza yetse bile, o tabloyu evinizin duvarına asmanız için finansal sermayeye de sahip olmanız gerekir, gibi… Her bir alanın girişinde mevzilenmiş bekçiler (gatekeepers) ise bireyin söz konusu alana giriş yapıp yapamayacağını, içeride kalabileceği süreyi ve çıkış zamanını belirler. Amatör bir resim sever olarak çekinerek girdiğiniz bir sanat galerisinde kendinizi bir türlü rahat hissedemeyip, en kısa zamanda dışarı atma isteği duymanız, bir bekçi ile karşılaşma korkunuzdandır. Eleştirmenler, yorumcular, profesyoneller, uzmanlar, beğeni-üreticileri, gurmeler, elitler, zenginler, vb. toplumsal alanlara girişe izin veren ve bu alanlardaki eylemin sınırlarını belirleyen bekçilere verilebilecek çok sayıda örnekten birkaçıdır.

David Swartz’ın özetlediği gibi, Bourdieu’ye göre toplumsal “aktörler, alanlarda neyin değerli kabul edileceğini belirlemek için mücadele ederler… Başka deyişle, alanlar meşruiyet mücadelesi arenalarıdır: Bourdieu’nün diliyle söylersek, ‘simgesel şiddet’ kullanma hakkını tekeline alma mücadelesi.” (Swartz, 2011: 174). Toplumsal bir ilişkinin içine düşen her aktör, içine girebildiği alanda bir iktidar mücadelesi vermek durumunda kalır. Alan-içi ve alanlar-arası mücadeleler, bu alanlara ve alanlar-arasına karakterini veren hiyerarşileri belirler. Her iktidar mücadelesinden bir hiyerarşi ve her hiyerarşiden de sonsuz bir yer kapma savaşı doğacağından, alan kavramı her daim şiddeti (violence) içermek durumundadır. Bourdieu’de şiddet fiziksel-nesnel olduğu kadar – ve hatta daha fazlasıyla – semboliktir (Bourdieu, 2015: 358-378). Sembolik şiddetin (symbolic violence) kendini gösterdiği ilk yer, alanların bekçilerini geçmek veya onlardan geçiş izni almak için içselleştirilmesi (internalization) gereken kurallar ve bu kuralların içselleştirilmesiyle dışa vurulan zorunlu/kısıtlanmış eylemlerdir. “Köprüyü geçene kadar…” yaptığınız tüm eylemler, sembolik şiddetin sonuçlarıdır. Bu sayede yalnızca bireysel eylemlerin habitusa, bir diğer deyişle, bir araştırma nesnesi olarak düzenliliğe, kavuşması değil, aynı zamanda toplumsal davranışın olumlanması ve meşrulaştırılması da gözlenmiş olur. Sembolik şiddet en başta bir normalleştirme aracıdır ve mevcut toplumsal yapıları meşru kılmaktadır (Bourdieu, 2014: 191-212). Kuralları belirleyen aktör veya aktörler, sembolik sermayenin (symbolic capital) sahipleri olarak, toplumsal hiyerarşide birincil ve “haklı” konuma erişmelerinin verdiği iktidarı, öteki aktörler üzerinde bir norm-kural-kod belirleyici olarak kullanır ve bu sayede bir şiddetin de uygulayıcısı haline gelir. Bu türden bir şiddet, yapının işleyişine içkin olduğu için çoğunluklar parmakla gösterilemez ama varlığı her daim sabit kalır. Eğitimden sanata, kültürden spora, medyadan bilime, siyasetten ekonomiye kadar her türden alan, bu tip bir şiddetin mekanı ve yeniden-üreticisidir.

Habitus, alan ve sembolik şiddet tartışmalarının kesiştiği noktada Bourdieu’nün eylem temelli pratik-teorisinin kilit kavramlarından bir diğeri olan ilişkisellik (relationality) ortaya çıkar. Yukarıda belirtildiği gibi, Bourdieu’nün yaklaşımı, yapısalcılığın hareketsiz bıraktığı (kukla) özne ile varoluşçuluğun yegâne karar verici olarak tanımladığı (tanrısal) özne arasında taraf tutmayıp, bir denge arar. Habitus, bireysel eylemi bir alan içinde sürekli kılmak amacıyla şekillenmiştir. Alanda kalmayı sağlayan her türlü eylem, statükoyu devam ettirdiği sürece “başarılı” kabul edilir. “Başarı ya da başarısızlık olasılıkları [aktörler tarafından] içselleştirilir ve bireysel hayallere ya da beklentilere dönüşür; buna mukabil bu hayaller ve beklentiler, olasılıkların nesnel yapısını yeniden üretme eğiliminde olan eylemde dışsallaştırılır.” (Swartz, 2011: 148). İşte tam burada, eylem üzerinden, eyleyici aktör ile eyletici yapının arasında her ikisinin de rolünü ve iktidarını kısıtlayan bir ilişkisellik ortaya çıkar. Bourdieu ilişkiselliği, “yapılanmış yapılar” (structured structures) ve yapılandırıcı yapılar (structuring structures) kavramlarına atıfla açıklar. İlk kavram, aktörlerin tekrarlanan eylemlerde açtığı boşluklara göre yeniden şekillenen ve bu sayede yeni kuralları ve normları empoze etmeye başlayan yapıları ifade ederken; ikinci kavram, hem eylemsel-fiziksel hem de zihinsel olarak mevcut yapının tekrarının meşrulaştırılma sürecini anlatır. Yapı ile özne arasında, çoğunlukla yapının baskın olduğu ancak bu baskınlığın daim olmadığı – yani öznenin de yapıyı değiştirmeye muktedir olduğu – bir ilişki türü Bourdieu’nün pratik teorisinin merkezinde yer almaktadır.

Uluslararası İlişkilerde Bourdieu

Uİ disiplini içinde Bourdieu’nun yeniden keşfedilmesi için 2000’li yılları beklemek gerekti. Bu yeniden keşfediliş, onun pratik teorisi bağlamında izah edilebilir. Bundan önce ufak bir literatür taraması yaptığımızda Uİ içinde Bourdieu’nun adının sınırlı sayıdaki akademik çalışmada zikredildiği olgusuyla karşılaşırız. Örneğin, Richard Ashley’nin yapısalcı realizmi eleştirdiği “The Poverty of Neorealism” (1984) başlıklı makale, Bourdieu’den bir atıfla başlar. Bu atıfta Bourdieu, toplumsal gerçekliğin, siyasi iktidarın başat bir boyutu olduğunu ve bilginin üretimindeki sembolik gücün, gerçekliğin inşasında büyük bir rol oynadığını vurgular (Ashley, 1984: 225). Ashley, Bourdieu’nün Outline of a Theory of Practice (1977) başlıklı kitabına başvurarak, bu eserin diyalektik gücünü vurgular. İktidar ilişkileri bağlamında, Ashley, Bourdieu’nün isimi zikrederek, aktörler pratiklerinin yaratıcı güçlerine ve hareket kabiliyetine rağmen onların tasdik edilme sınırlarını hiçbir zaman aşamayacağını belirtir (Ibid., 259). Bununla birlikte Ashley, “The Geopolitics of Geopolitical Space: Toward a Critical Social Theory of International Politics” (1987) başlıklı makalesinde Bourdieu’yü, toplumsal hayatın arka planındaki bilgi üretimini göstermesi bağlamında habitus kavramına atıfla zikreder (Ashley, 1987: 403). Bu çalışmada, Bourdieucü habitus kavramının, toplumsal eylemlerin yapılanması ve yeniden üretimi konusunda, istenmeyen sonuçları da vurgulaması bağlamında önemli olduğunu vurgulanır, belirtilir (Ibid., 431). Bununla birlikte, Ashley’nin çalışmalarında Bourdieu ismi merkezde tutulmayarak, yardımcı bir kaynak olarak kullanılmaktadır.

Uİ disiplini bağlamında Bourdieu’yü kullanan en önemleri isimlerden birisi olarak Stefano Guzzini’yi anmak yerinde olacaktır. Guzzini, “A Reconstruction of Constructivism in International Relations” (2000) başlıklı makalesinde Bourdieu’ye uzun bir bölüm ayırarak, onun alan teorisinin sosyolojik inşacılık bağlamındaki analiz gücünü vurgular. Guzzini, Bourdieu’nün alan teorisinin, Uİ’deki rasyonel aktör yaklaşımlarının indirgemeci analizlerinin karşısında önemli avantajlara sahip olduğunu belirterek; alanın işlevsel yönlerinin haricinde, aktörlerin paylaştıkları anlamları tarihsel boyutuyla gösterme gücüne de sahip olduğunu ve örüntüler haline gelmiş pratikler bütününü daha anlaşılır biçimde izah ettiğini savunmaktadır (Guzzini, 2000: 165). Ayrıca, Guzzini’ye göre alan kavramı; yapı-aktör (agent-structure) diyalektiğine anlamını veren ve etkileşimlerin paylaşıldığı ağları göstermesi bakımından da Uİ’deki kısır inşacılık-realizm tartışmalarına yeni bir soluk getirme potansiyeli taşımaktadır (Ibid., 166). Guzzini, Uİ içinde diplomasi, uluslararası medya, gazetecilik gibi alanların tarihsel olayların çerçevesini çizmesi, arka plan kabiliyeti sunması konusunda faydalı olacağını ve Bourdieucü analizlerin inşacı çalışmalardaki öznelerarası anlamın yanında toplumsal iktidarın önemini vurgulamasıyla paralel olarak değerli olduğunu belirtmektedir (Ibid., 167-169).

Bourdieu’nün Uİ disipliniyle ilişkisini doğrudan kurma iddiasındaki en kapsamlı çalışma ise Rebecca Adler-Nissen tarafından derlenen Bourdieu in International Relations: Rethinking key concepts in IR (2011) başlıklı kitap olmuştur. Boudieu’nün kavramları ve metodolojisi; iktidar, strateji, güvenlik, kültür, toplumsal cinsiyet, normlar, egemenlik, entegrasyon ve vatandaşlık konuları bağlamında incelenmiştir. Örneğin, Adler-Nissen’e göre Bourdieu’nün sosyolojisi, uluslararası politikayı anlamlandırma bakımından hayati öneme sahip çeşitli başlıklara yer verebilmektedir: dâhil etme-hariç bırakma pratikleri, toplumsal grupların ve kurumların küresel politikalardaki pratik-üretme kapasiteleri, iktidar mekanizmalarının farklı aktörlerin eğilimlerini göstermesi, ekonomik, kültürel ve sosyal pratiklerin politik fikirler bağlamındaki dönüşümleri, vb. (Adler-Nissen, 2011:2).

Uİ teorileri bağlamında bir somutlaştırma yapmak gerekirse, Bourdieu merkezli bir analiz, Alexander Wendt gibi figürlerin temsil ettiği konvansiyonel inşacı yaklaşımların temel fikirlerini boşa çıkarabilmektedir. Adler-Nissen’e göre, Wendt ile ünlenen “anarşi devletler ondan ne alıyorsa odur” mottosu yanlış bir önermedir; zira devletlerin kendileriyle gelen tarihleri vardır: Zaten yapılandırılmış olan uluslararası siyasette marjinal hale getirilen devlet, grup veya bireyler, toplumsal etkileşim süreçlerinden ziyade iktidar ve prestij mücadelelerinde meydana gelen kültürel ve sembolik örüntü değişimlerinden etkilenmektedir. Bu anlamda meşru otoritenin sağlandığı devlet-içi ile, organize edilmemiş ve hukukla bağı olmayan uluslararası ortam arasında yapılagelen Uİ’ci ayrım, Bourdieu-merkezli analizler için kuşkuyla karşılanması ve meydan okunması gereken önermeler olarak karşımıza çıkar (Ibid., 4).

Bourdieu ve Uİ denilince akla gelen bir diğer önemli isim de Didier Bigo olmuştur. Mikael R. Madsen ile birlikte editörlüğünü yaptıkları, International Political Sociology dergisinin “Bourdieu and the International” adlı özel sayısında (2011), Bourdieu’nün pratik kavramına olan bakışı, onun refleksif metodolojisinin Uİ’ye uyarlanabilirliği, Avrupa Birliği siyasetine dair söyleyebilecekleri vb. konular tartışılmıştır. Bigo’nun bu sayıdaki “Pierre Bourdieu and International Relations: Power of Practices, Practices of Power” başlıklı makalesi ise Bourdieu ve Uİ konusundaki temel referanslar arasındadır. Bigo’ya göre Bourdieu’nün inşacılığı yüksek bir refleksif kapasiteyle, onun sosyolojik girişimlerindeki ampirik ve pratik sonuçları ve bunların oluşum şartları ile birlikte sınırlarını da gösterebilmesi bakımından dikkate alınmalıdır (Bigo, 2011: 227). Bu süreçte teori ve pratik ayrımı bağlamında akılda tutulması gereken nokta “teorinin her zaman pratiklerin içinde gömülü olduğu ve hiçbir zaman onlardan çıkarılamayacağıdır” (Ibid., 232). Buna paralel olarak, Bourdieu’nün eserlerindeki temel misyon, nesne ve özne, madde ve fikir gibi ikiliklerin reddedilmesi ve Aydınlanma felsefesiyle gelişen pozitivist-realist karşıtlıkların sorgulanmaya açılması olarak görülmelidir (Ibid., 233). Adler-Nissen’in çalışmalarıyla yukarıda vurgulananlara binaen, Bigo’ya göre Bourdieu merkezli inşacı yaklaşım, Wendt gibi isimlerin temsil etmekte olduğu, fikirlerin, normların, değerlerin gömülü oldukları toplumsal pratiklerden arındırıldıkları ve iktidar ilişkileri ile sembol şiddeti yok sayan inşacı yaklaşımların karşısında yer almaktadır (Ibid., 235).

Bu noktada, Uİ teorilerindeki inşacı yaklaşımlar ile Bourdieu arasında kurulmaya çalışılan bağlantıyı biraz daha detaylandırmak faydalı olabilir. David M. McCourt ve Brent J. Steele’in nesil temalı inşacılık teorisi sınıflandırmaları (2017), Uİ’deki yaklaşımları kategorize etmek açısından önemlidir. Basitçe özetlemek gerekirse, birinci nesil inşacılar arasında John Ruggie (1986, 1998), Friedrich Kratochwil (1986, 1989), Nicholas Onuf (1989) ve Yosef Lapid (1989) yer alırken; ikinci nesil inşacıları 1990’lı yılları domine eden Michael Barnett (1998), Audie Klotz (1995), Richard Price (1995, 1997), Martha Finnemore (1996, 2001), Jeffrey Checkel (1997), Christian Reus-Smit (1997, 1999) ve Peter Katzenstein (1996) temsil etmektedir. İkinci nesil inşacıların eserleri, Uİ’deki realist ve liberal geleneklere paradigmatik bir alternatif olarak, norm ve kimlik temelli yeni bir analiz önerisi olarak ortaya çıkmıştır (McCourt, Steele, 2017:3). Alexander Wendt, Ted Hopf ve Emanuel Adler gibi diğer isimler ise birinci ve ikinci nesil arasında konumlanan veya kategorilere tam olarak uymayan tweener terimiyle tanımlanmaktadır (Ibid., 3).

Bourdieu’nün teorisinin Uİ’ye entegrasyonu konulu çalışmalar, Uİ’deki inşacı akımları çoğunlukla bu üçüncü nesil özelinde ele alır. McCourt’a göre, ilişkisellik ve pratik teorisi, üçüncü nesil inşacılığın temel referans kaynakları olmalıdır. İlişkisellik boyutuyla Uİ teorileri, aktörleri yeniden kavramsallaştırma fırsatı bulurken; pratik teorisi boyutta, toplumsal pratiklerin örüntülerini tespit etmek kolaylaşacaktır. Bu anlamda, pratik teorisi aktörlerin habituslarını, yatkınlıklarını ve ortak akıl (common sense) haline gelen rutinleri araştırmaya çalışmalıdır (McCourt, 2016: 478-479).

Pratik teorisinin Uİ disiplininde çalışıldığı çok az sayıda eser bulunmaktadır. Örnek olarak Emanuel Adler ve Vincent Pouliot’nun derlediği International Practices (2011) ve Christian Bueger’la Frank Gadinger’in derlediği International Practices Theory, New Perspectives (2014) adlı kitaplar ele alınabilir. Bunun dışında Bourdieu’yü kullanmadan pratik teorisinin incelendiği bir eser olarak da Friedrich Kratochwil’in Praxis: On Acting and Knowing (2018)2 adlı kitap çalışması öne çıkmaktadır. Makaleler özelinde ise Inanna Hamati-Ataya’nın “Reflectivity, Reflexivity, Reflexivism: IR’s ‘Reflexive Turn’ – and Beyond” (2012) başlıklı makalesi, Uİ teorisini uluslararası bir pratik olarak betimleyerek, onu refleksivite kavramı bağlamında ele almaktadır. Hamati-Ataya, Bourdieu merkezli pratik teorisinin, söylem analizleri haricinde, Uİ uzmanlarının toplumsal, entelektüel ve akademik yatkınlıklarını, kariyer seçimlerini, etikle ilgili tavırlarını ve akademik bilinçlerinin oluşumunu analiz etmenin de değerli olduğunu belirtmektedir (Hamati-Ataya, 2012: 638).

Emanuel Adler ve Vincent Pouliot’nun derledikleri International Practices (2011) başlıklı kitap, Bourdieucü pratik teorisinin Uİ’deki gelişimini görmek açısından farklı makaleleri bir araya getiren kilit bir eser olma özelliğini sürdürmektedir. Yazarların giriş niteliğindeki makalelerine göre pratik terimi, toplumsal olarak organize edilmiş faaliyetlerin örüntülerini gösteren uyumlu yapıları işaret eder ve çeşitli öğrenme-ve-eğitim süreçleri sonucunda gelişim gösterir (Adler & Pouliot, 2011: 6). Bununla birlikte, pratikleri taşıyan yapılar sadece tekrar edilme (repetition) üzerine değil, birey gruplarının benzer standartları yorumlamalarına göre de şekillenir. Bu anlamda, pratikler hem maddi dünyayı hem de söylemsel dünyayı etkilemektedir. Adler ve Pouliot’ya göre pratikler, Uİ’deki teorik çalışmalar için bir tutkal/yapışkan (glue) görevi üstlenerek, farklı metateorik farklılıklara rağmen Uİ çalışanlar için refleksif ve eleştirel anlamda kavramsal çerçeveler sunabilmektedir (Ibid., 10).

Aynı kitapta yer alan ve Ole Jacob Sending ile Iver Neumann’a ait, “Banking On Power: How Some Practices In An International Organization Anchor Others” başlıklı makale ise pratiklere yapılan dönüşlerin, farklı türdeki iktidar formlarının eş-zamanlı olarak incelenmesine olanak sağladığı iddiası ile öne çıkar. Yazarlara göre söylem, bir anlamlandırma sistemi olarak neyin normal, uygun ve mümkün olduğunu gösteren pratikler biçiminde kendisini göstermektedir ve söylem bağlamında hangi pratiklerin ayrıcalıklı hale getirildiğini analiz etmek, bu pratikler arasındaki hiyerarşileri göstererek özellikle post-yapısalcı bakışların söylemin belirleyiciliği konusundaki analizlerini geliştirebilmektedir (Sending & Neumann, 2011: 235).

Yine International Practices derlemesi içinde yer alan ve Rita Abrahamsen ile Michael C. Williams’a ait “Privatization In Practice: Power and Capital In the Field of Global Security” başlıklı makalede ise pratiklerin özel güvenlik şirketleri bağlamındaki etkilerini incelenmiştir. Buna göre, tıpkı ilişkisellik tanımında görüldüğü gibi, güvenlik yönetişimindeki pratiklerde gerçekleşen değişiklikler, klasik analiz seviyesi tanımlarını değiştirebilmektedir. Bir başka ifadeyle, bu pratikler birey, ulus-devlet ve uluslararası arasındaki ayrımları etkileyerek ekonomi ve güvenlik arasındaki ilişkiyi farklı boyutlara taşıyabilmektedir (Abrahamsen & Williams, 2011: 310). Yazarlar güvenlik alanındaki toplumsal pratikleri incelemek adına Bourdieu’nün alan kavramı ile birlikte kültürel ve sembolik sermaye tanımlarına başvurarak, güvenliğin kamusal yarar ile özel yarar arasındaki çatışmasının, modern siyasetin en belirleyici kavramlarından birisi olarak güvenlik alanının kurulmasındaki önemini vurgulamaktadır (Ibid., 317).

Türkiye’de Bourdieu ve Uluslararası İlişkiler

Günümüz itibariyle Bourdieucü kavramların Uİ literatürüne entegrasyonu, dünya genelindeki akademik faaliyetlerde kısıtlı bir alan işgal etmektedir. Benzer bir kısıtlılık, Türkiye’den yapılan katkılarda da görülmektedir. Bu son bölümde, Türkiye’den akademisyenlerin Bourdieu’nün temel kavramlarını kullanarak Uİ disiplininin teorik ve vaka-odaklı tartışmalarına dair yaptıkları bazı yayınlardan söz edilecektir. Tespit edilebildiği kadarıyla, Hüseyin Sevim’in “Pierre Bourdieu’nun Uluslararası İlişkiler Kuramlarına Olası Katkıları” (2014) başlıklı çalışması, tümüyle Bourdieucü bir bakışla bu alanda yayımlanan ilk Türkçe kaynak olma özelliğine sahiptir. Bu makalesinde Sevim, Bourdieucü kavramları kullanarak Uİ disiplini içindeki metateorik diyalog eksikliğini iyileştirme ve geleneksel Uİ teorilerinin kavramlar sözlüğünü genişletme iddiasında bulunmaktadır. Sevim’den iki yıl önce yayımlanan “NATO Neden Genişledi? Uİ Kuramları Işığında NATO’nun Genişlemesi ve ABD-Rusya İç Siyaseti” (2012) başlıklı çalışmasında Şener Aktürk ise Bourdieu ile Adler’ı birleştiren bir inşacı anlayışı makalesinde referans olarak kullanmıştır. Bu satırların yazarlarından Hakan Övünç Ongur’un Hüseyin Zengin ile birlikte kaleme aldığı “Transforming Habitus of the Foreign Policy: A Bourdieusian Analysis of Turkey As An Emerging Middle Power” (2016) başlıklı makaleleri ise daha pratik bir hedefle yola çıkmış, Türk dış politikasındaki geleneksel Batıcı yönelimde son yıllarda meydana gelen değişimleri, Bourdieu’nün habitus kavramı çerçevesinde açıklamaya çalışmıştır. Benzer bir pratik saik, Yasemin Akis Kalaylıoğlu’nun “Uluslararası Göç Bağlamında Bourdieu’nun Kavramları: Ankara’da Yaşayan İranlılar Örneği” (2014) başlıklı makalesinde de tespit edilmekte ve makalede Bourdieu’ye atıfla alan, habitus ve sermaye kavramları kullanılarak uluslararası göçün toplumsal yansımaları mercek altına alınmaktadır. Merve Özdemirkıran’ın “Soft Power and the Challenges of Private Actors: Turkey-Kurdish Regional Government (KRG) Relations and the Rising Role of Businessmen in Turkish Foreign Policy” (2015) başlıklı makalesinde de Türk dış politika-yapımına görece yeni dâhil olan aktörlerin (“işadamlarının”) analizi Bourdieucü kavramlar temelinde yapılmaktadır. Selcen Öner ve Merve Özdemirkıran’a ait “Uİ Disiplininin Eril Dili ve Türkiye’de Kadın Uİ Akademisyenlerinin Disiplinin Eril Diline Bakışları” (2017) başlıklı makale ise Bourdieucü eril tahakküm (masculine domination) kavramını kullanarak, Türkiye’deki Uİ eğitimine odaklanmakta ve disiplinin Türkiye kanadının erkek-egemen yapısını mercek altına yatırmaktadır. Şennur Özdemir’in “Bilgi Sosyolojisi Açısından ‘Doğu’ ve ‘Batı’” (2004) başlıklı çalışması ise – tümüyle Uİ odaklı olmasa dahi – Uİ disiplininde sıklıkla ve çoğu zaman bir habitus olarak kullanılagelen ‘doğu-batı’ ikili karşıtlığını Bourdieucü bir analize tabi tutmaktadır. Sonuç olarak, Bourdieu’nün entelektüel birikimi; Uİ disiplininde halen daha olgunlaşmamış olan analiz birimi-analiz seviyesi, aktör-yapı vb. ikilikleri çözümlenmesine ve anlaşılmasında ciddi bir perspektif kazandırmaktadır. Bununla birlikte, Bourdieu’cü yaklaşımlar; güç kavramının çeşitliliği, sosyal ve kültürel olguların ulusal ve uluslararası boyutlara yansımaları, pratiklerin evrimi, ulusal ve uluslararası politikayı etkileyen aktörlerin çeşitlendirilmesi vb. olguları incelerken, hem daha nitelikli çalışmaların ortaya çıkmasına hem de metateorik anlamda farklı disiplinlerin çapraz bir biçimde incelenmesine ve sentezlenmesine olanak sağlamaktadır. Bahsedilen örnekler göstermektedir ki Bourdieu’nün Uİ’ye entegrasyonu, teori ve pratiğin kesiştirilmesi adına son derece önemli katkılar sunmaktadır.