Karşılaştırmalı Siyaset, Siyaset Bilimi’nin dört ana alt dalından birisidir. Siyaset bilimi araştırmalarında yaygın olarak kullanılan karşılaştırmalı siyaset yönteminin amacı bir ülkenin siyasal sistemini, kurumlarını, süreçlerini ve yaşantısını, ülkelerin siyasal sistemleri arasındaki farklılıkları ve benzerlikleri değerlendirerek, bilimsel olarak incelemektir. Karşılaştırmalı siyaset, Uluslararası İlişkiler’den farklı olarak, ülkelerin içindeki siyasal olguları ve gelişmeleri aydınlatmaya yöneliktir. Ancak, her iki alt dal arasındaki ayırım giderek önemini kaybetmiştir. Günümüzde, karşılaştırmalı siyaset çalışmalarında, uluslararası gelişmelerin ülkelerin iç siyasetine etkileri üzerinde durulmaktadır. Benzer şekilde, ülkelerin dış siyasetini etkileyebilecek iç dinamiklerin analizi uluslararası ilişkiler çalışmalarında giderek önem kazanmıştır (Sayarı ve Dikici-Bilgin 2013).

Karşılaştırmalı Siyaset’in Kökenleri ve Gelişimi

Dünya düşün tarihinde karşılaştırmalı siyaset yaklaşımı ve anlayışı çok eskilere kadar gider. Antik Yunan çağının ünlü filozoflarından Platon ve Aristotales’in eserlerinde karşılaştırmalı yöntemin ilk izlerini görebiliriz. Platon ve Aristotales, Yunan şehir-devletlerinin yönetim şekillerini karşılaştırmışlar ve bunlar arasında toplum için en “ideal” olanını tanımlamışlardır. Daha sonraki çağlarda, Machiavelli, Hobbes, Locke, Marx, ve Weber gibi büyük siyaset ve toplum bilimcileri günümüzde karşılaştırmalı siyasette üzerinde çalışılan önemli konulardan birçoğunu ele almıştır (Sayarı ve Hasret Dikici-Bilgin 2013).

Karşılaştırmalı siyasetin, akademik dünyada bir bilim dalı olarak ortaya çıkışı 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında  siyaset bilimi eğitiminin Amerikan üniversitelerinde başlangıcına rastlamaktadır. 1880’de New York’taki Columbia Üniversitesinde Siyaset Bilimi Okulu’nun açılması siyaset biliminin tarih ve felsefe’den ayrı bir akademik alan olarak ortaya çıkmasında ilk adımı temsil ediyordu. Karşılaştırmalı siyaset, Siyaset Bilimi’nin bir alt dalı olarak 1920’li yıllardan başlayarak Harvard, Yale, Columbia ve Princeton gibi önde gelen Amerikan üniversitelerinin ders programına girmiştir. Ancak, 1950’lere kadar “karşılaştırmalı devlet” (comparative government) adıyla anılan bu alanda yapılan eğitim ve araştırmalar çoğunlukla  birkaç büyük Avrupa ülkesindeki siyasi kurumların, devlet yapılarının ve anayasaların incelenmesini içeriyordu (Munck 2007).

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, karşılaştırmalı siyasetin ilgilendiği konular ve üzerinde çalışılan ülkeler giderek artmıştır. Bunun  birkaç temel nedeni vardır. Birincisi, savaş sırasında Hitler Almanya’sından kaçarak Amerika’ya göç eden akademisyenlerin ABD’nin üniversitelerinde görev yapmaya başlamalarıdır. Nazilerin kurduğu totaliter rejimin kökenlerini, ideolojilerini, ve örgütsel yapılarını yakından tanıyan Avrupalı göçmen akademisyenler, demokratik olan ve olmayan rejimlerin karşılaştırması konusunda dersler vermiş, doktora öğrencileri yetiştirmiş, ve eserler yazmıştır (Daalder 1993). İkincisi, 1950’lerde, geleneksel karşılaştırmalı siyaset anlayışı ve yaklaşımına karşı  genç kuşak siyaset bilimcilerin yönlendirdikleri eleştirilerdir. Bu eleştiriler, karşılaştırmalı siyasetin yalnızca Avrupa ülkelerini içermesi yüzünden dar görüşlü (parochial) olduğuna, analitik ve açıklayıcı olmaktan ziyade tasvire (descriptive) önem verdiğine, ve kurumlara, anayasalara ve yasal düzenlemelere odaklandığı için fazlasıyla kuralcı (formalistic) ve yasalcı (legalistic) olduğuna dayanmaktadır. Yeni akımın öncüleri, karşılaştırmalı siyasetin geleneksel kalıplarından çıkarak Batı’nın dışındaki ülkelerin siyasal yaşamlarını incelemesini, amprik araştırmalara dayalı analitik açıklamalara öncelik vermesini, ve kuralcı/yasalcı yaklaşımları sınırlandırmasını talep ediyorlardı (Sayarı ve Hasret Dikici-Bilgin 2013). Bu eleştiriler ve öneriler, 1950’lerde Amerika’da, siyaset bilimi de dahil olmak üzere, bütün sosyal bilim dallarını büyük ölçüde etkileyen “Davranışçılık Devrimi”nin (Behavioral Revolution) izlerini taşımaktaydı. Davranışçılık, siyaset bilimi araştırmalarında yalnızca kurumlara odaklanmak yerine bireylerin davranış ve tutumlarının  incelenmesinin gerektiğini vurgulamış ve daha sınanabilir sonuçlara ulaşmak için niceliksel yöntemler ve bilimsel veri toplama tekniklerini kullanmaya önem vermiştir. Davranışçılık aynı zamanda siyaset bilimi, sosyoloji, antropoloji, ve psikoloji gibi  sosyal bilim dalları arasında disiplinler arası (interdisciplinary) araştırmaların yapılmasında merkezi bir rol oynamıştır (Sayarı ve Dikici-Bilgin 2013).

Geleneksel karşılaştırmalı siyasetin teorisiz (a theoretical) olmasına karşın, 1950’ler ve 1960’lar, teori geliştirmeye yönelik bir dizi arayışa sahne oldu. Amerikalı genç siyaset bilimcilerinin başını çektiği bu arayışlar arasında en önemlileri sistem teorisi (systems theory), yapısal-işlevcilik (structural-functionalism) teorisi, ve siyasal kalkınma ve modernleşme (political development and modernization) teorisidir. David Easton tarafından önerilen “sistemler” yaklaşımına göre, ülkelerin siyasal yapıları bir sistem çerçevesinde ele alınmalıdır. Easton’ın teorisinde, siyasi sistem, toplumdan gelen ”girdiler”i (inputs) (belirli politikalara yönelik talebi ve desteği) alır ve girdiler’i çıktılar’a (outputs) yani politikalara dönüştürür. Easton’ın yaklaşımı, sistemi oluşturan parçalar (yasama organları, hükümet, mahkemeler gibi) arasındaki karşılıklı ilişkiye de vurgu yapar (Easton 1965). Her ne kadar günümüzde girdi ve çıktı kavramları fazlaca kullanılmıyorsa da, bir ülkenin siyasetini anlamak için başvurulan “siyasi sistem” (örneğin “Türk Siyasi Sistemi” veya “Alman Siyasi Sistemi”) karşılaştırmalı siyasetin zorunlu söz dağarcığının bir parçası haline gelmiş durumdadır (Sayarı ve Hasret Dikici-Bilgin 2013).

Easton’un siyaseti bir sistemler yaklaşımı içinde kavramsallaştırması Gabriel Almond’un adıyla özdeşleşen yapısal-işlevcilik teorisinin temelini oluşturmuştur. Almond dünyadaki bütün ülkelerin siyasal sistemlerinde belirli yapıların ve bu yapılar tarafından yerine getirilen işlevlerin bulunduğu tezini savunmuştur. Almond’a göre bu evrensel nitelikteki işlevler siyasi sosyalleşme (political socialization), bireylerin siyasi mevkilere yerleştirilmesi (political recruitment), toplumsal çıkarları ifade etme (interest articulation), çıkarları birleştirme (interest aggregation), siyasi iletişim (political communication), kural koyma (rule making), kuralları uygulama (rule application) ve kuralların yargı tarafından değerlendirilmesi (rule adjudication) işlevleridir. Her siyasi sistemde bu işlevleri siyasi partiler, çıkar grupları, meclisler, ve mahkemeler gibi yapılar veya kurumlar yerine getirir. Almond, iki veya daha fazla ülke arasındaki benzerliklerin ve farklılıkların, önerdiği yapılar-işlevler tipolojisi çerçevesi içinde ve sistematik şekilde yapılması gerektiğini savunmuştur (Almond 1966). Yapısal-işlevcilik, karşılaştırmalı siyasete bir “büyük teori  (grand theory) getirmek iddiasını taşıyordu. Ancak, uygulamada fazla geçerli olmadığı kısa sürede anlaşıldı. Almond’un evrensel olduğunu varsaydığı işlevler Batı dünyasının dışında kalan ülkelerde büyük ölçüde bulunmuyordu zira bu işlevler Batı’lı demokrasilerin siyasal sistemlerinden kaynaklanıyordu. Dolaysıyla, yapısal-işlevcilik, Asya, Afrika, ve Latin Amerika’daki ülkelerin siyasal sistemlerini incelemekte fazla yararlı olamadı. Ayrıca, Almond’un geliştirdiği kuramı uygulayarak araştırma yapmaya çalışan siyaset bilimciler alanda veri toplama konusunda önemli sorunlarla karşılaştılar (Sayarı ve Hasret Dikici-Bilgin 2013).

Yapısal-işlevciliğin karşılaştırmalı siyaset alanında uzun ömürlü olmamasına karşın, siyasi kalkınma ve modernleşme teorisi (political development and modernization theory) 1960’lardan 1980’lere kadar birçok araştırmada yaygın olarak kullanılmıştır. Ekonomik kalkınma (economic development) ve sosyal değişim (social change-modernization) konularında yapılan çalışmaların ve üretilen teorilerin etkilerini taşıyan siyasi kalkınma ve modernleşme yaklaşımına göre ekonomik kalkınma ve sosyal değişim beraberinde gelişmekte olan ülkelere demokratik kurumları ve süreçleri getirecekti. Bu yaklaşımın temel varsayımı gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik ve sosyal değişimlerin sonucunda, demokratik olmayan sistemlerden Batı modeli çoğulcu demokrasiye yöneleceği ve bu yönelimin doğrusal olacağı şeklindeydi (Apter 1965). Karşılaştırmalı siyasette kalkınmacı siyaset yaklaşımının ulaştığı popülerlik, konu üzerinde yapılan çalışmaların coğrafi kapsamını da genişletmiştir. Çoğunlukla Batı dünyasına yoğunlaşan gelenekçi karşılaştırmalı siyasetin aksine, siyasi kalkınma ve modernleşme teorisi Afrika, Asya, Ortadoğu, ve Latin Amerika’daki ülkelerin siyaseti üzerine çok sayıda kitap ve makale yayımlanmasına yol açmıştır. Ancak, siyasi kalkınmacılığın teorik ve kavramsal dayanakları, değişmekte olan dünyada, bu ülkelerin çoğunda demokrasi yerine askeri veya sivil otoriter yönetimlerin işbaşına gelmeleri sonucunda, araştırmacılar tarafından giderek sorgulanmaya başlamıştır (Sayarı ve Dikici-Bilgin 2013). Siyasi kalkınmacılık ve modernleşme yaklaşımını ilk eleştirenlerden birisi olan Samuel Huntington 1965 yılında yayımladığı makalesinde Asya, Afrika, ve Latin Amerika’nın birçok ülkesinde yaşanan siyasi gelişmelerin, kalkınmacılık yaklaşımının öngörülerinden önemli ölçüde ayrıldığını öne sürmüştür (Huntington 1965). Huntington bu görüşünü üç yıl sonra yayınladığı Political Order in Changing Societies başlıklı kitabında daha geniş ve ayrıntılı şekilde dile getirmiştir (Huntington 1968). Huntington ve sayıları gün geçtikçe artan siyaset bilimcilerinin eleştirileri etkili olmuş ve 1980’lere gelindiğinde, siyasi kalkınma ve modernleşme karşılaştırmalı siyasetteki hakim rolünü büyük ölçüde kaybetmiştir.

Kalkınmacılık yaklaşımına alternatif arayışlarının ilk sonuçları Latin Amerikalı siyaset bilimcilerden gelmiştir. Bunlar arasında en önemlileri bağımlılık teorisi (dependency theory) ve bürokratik otoriterlik (bureaucratic authoritarianism) teorisiydi. Yapısal-işlevcilik ve siyasal kalkınma teorileri, uluslararası aktörlere ve dış güçlerin ülkelerin iç siyasetleri üzerindeki etkilerine fazla ilgi göstermiyordu. Buna karşın, Latin Amerikalı siyaset bilimciler tarafından geliştirilen bağımlılık teorisi ise dış aktörlerin ülke içi siyasette büyük rol oynadığını savunuyordu. Marxist ve neo-Marxist görüşlerden ilham alan bağımlılık yaklaşımı, az gelişmiş ülkelerin siyasal ve ekonomik sorunlarını ve sorumluluğunu sanayileşmiş ve gelişmiş ülkelere yüklüyordu. Bağımlılık teorisyenleri, siyasi kalkınma ve modernleşme teorisini savunanların aksine, Latin Amerikalı ülkelerin sanayileşmiş Batı’nın kendilerinden önce yaşadığı tarihsel deneyime bağlı olarak, doğrusal bir ekonomik ve siyasi değişim yolunu izleyeceğini beklemiyordu. Onlara göre, Latin Amerika’daki ülkelerin ABD’ye olan ekonomik bağımlılıkları, onların siyasi açıdan ilerlemesinin önünde büyük bir engeldi (Sayarı ve Dikici-Bilgin 2013).

Bürokratik-otoriterizm (buraucratic authoritarianism) teorisi ise karşılaştırmalı siyasette kalkınmacı paradigmaya alternatif olarak öne sürülen ikinci teoriydi. Arjantinli siyaset bilimci O’Donnell’in adıyla özdeşleşen bu yaklaşım, ülkelerin ekonomi politikalarıyla siyasal gelişmeleri arasında yakın ilişki olduğuna dayanıyordu. O’Donnell’a göre, Latin Amerika’da ordunun darbeler yoluyla iktidara gelmesine yol açan siyasi krizlerin kaynağı ithal ikamecilik (import substitution) adı verilen ekonomik kalkınma politikasıydı. Bu ekonomik model sürdürülebilir değildi ve halkın yaşam koşullarını kötüleştirerek siyasi krizlere yol açıyordu. Siyasi krizler de, ordunun müdahalesine ve askerlerin yanı sıra sivil bürokratların da katıldıkları otoriter rejimlerin kurulmasıyla sonuçlanıyordu (O’Donnell 1973). Bağımlılık ve bürokratik otoriterlik yaklaşımları ilk ortaya atıldıkları yıllarda ilgi toplamışlarsa da, karşılaştırmalı siyasetteki etkileri çok uzun sürmedi. İkisi de fazla indirgemeci olmakla ve gelişmekte olan ülkelerdeki siyasal ve toplumsal değişimin karmaşık yapısını basitleştirmekle eleştirilmiştir (Sayarı ve Dikici-Bilgin 2013).

Günümüzde Karşılaştırmalı Siyaset

Davranışçılık Devrimi’nden sonra bireylerin ve grupların siyasal sistem içindeki tutumları ve davranışlarını ön plana alan yaklaşımlarının aksine, devletin yapısı ve işlevleri son dönemlerde yeniden üzerinde durulan önemli konular arasına girmiştir. Bu yaklaşımın öncülüğünü yapanların başını çeken Theda Skocpol’un “devleti yeniden geri getirmek” diye adlandırdığı bu yaklaşım devletin bağımsız (autonomous) bir siyasal aktör olarak tanımlanmasını ve devlet-toplum ilişkilerinin karşılaştırmalı siyasetin temel konularından birisi olması gerektiğini savunmuştur (Skocpol 1985). Böylece, davranışçılar tarafından bir kenara bırakılan devlet yeniden karşılaştırmalı siyasetin ilgi alanı içine girmiş ve devletin yasalar ve kurumlar yoluyla siyasal yaşamı yönlendirmedeki rolü üzerinde durulmaya başlanmıştır.

Siyasal rejimlerin demokratikleştirilmesi (democratization), son 20 yılda üzerinde en çok çalışılan konulardan birisi olmuştur. Bir ülkede demokrasinin kalıcı olarak yerleşmesini sağlayacak siyasi, ekonomik, ve kültürel olgular; otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş; demokratikleşme sürecinin başarıya ulaşması için siyasi partilerin ve liderlerinin izlemeleri gereken stratejiler; ve demokratikleşmeyi engelleyen etnik ve dinsel çatışmaların barışçı yollardan çözümlenmesi, demokratikleşme konusunda yapılan çalışmalarda üzerinde özellikle durulan konular arasındadır (Linz ve Stepan 1996).

Son yıllarda, teori alanında da yeni gelişmeler yaşanmıştır. Bunlar arasında “akılcı seçim teorisi” (rational choice theory) ve “yeni kurumsalcılık” (new institutionalism) özellikle etkili olmuştur. Ekonomi biliminden kaynaklanan akılcı seçim teorisine göre bireyler, alternatifler arasında seçim yapmak durumunda kaldıklarında, kendilerine en çok fayda sağlayacak olanını seçerler. Bu yaklaşımı, seçmen davranışlarına ve oy verme tercihlerine uygulayan Downs’a göre, seçmenler, verdikleri oyun sonucunda elde edecekleri karı ve zararı rasyonel bir şekilde karşılaştırarak, kararlarını verirler. Akılcı seçim teorisi, oy verme davranışlarının yanı sıra, Amerikan Kongresi’ndeki komite oylamalarından Avrupa’nın çok partili sistemlerinde koalisyon hükümetlerinin kuruluşuna kadar birçok değişik konuda yapılan araştırmalarda kullanılmıştır. Buna karşın, akılcı seçim yaklaşımını eleştiren siyaset bilimcilerin sayısı da az değildir. Bu eleştirilerin yoğunlaştığı nokta insanların gerçek hayatta tercihlerini her zaman yalnızca kendi çıkarlarını düşünerek yaptıklarıdır. “Yeni kurumsalcılık” teorisi ise kurumların bireylerin davranışları üzerindeki etkisi üzerinde odaklanmaktadır. Kurumların tarihsel kökenleri ve gelişimleri (historical institutionalism); kurumsal kültürün sosyolojik boyutları (sociological institutionalism), ve kurumların bireylerin akılcı seçim davranışlarındaki etkisi (rational choice institutionalism), yeni kurumsalcılığın alt dallarını oluşturmaktadır (Sayarı ve Dikici-Bilgin 2013).

Günümüzde karşılaştırmalı siyaset alanında hakim tek bir teori yerine birden çok teori etkili olmaktadır. 1960’lar ve 1970’lerdeki “yapısalcılık-işlevcilik” veya “siyasi kalkınma ve modernleşme” gibi evrensel geçerliliği olduğu öne sürülen “büyük teorilerin” (grand theory) yerini siyasal sistemlerinin bütününü açıklamayı amaçlamayan “orta büyüklükteki teoriler” (middle range theories) almıştır (Sayarı ve Dikici-Bilgin 2013). Üzerinde çalışılan konular bakımından, karşılaştırmalı siyaset, bir bilim dalı olarak ortaya ilk çıktığı yıllara oranla, çok daha geniş bir yelpazedeki birçok konuyu ele almaktadır. Son yirmi yılda üzerinde en çok araştırma ve yayın yapılan konular arasında başta demokratik kurumlar ve süreçler olmak üzere, rejim değişiklikleri, otoriterleşme ve demokratikleşme, siyasal kültür, sosyal hareketler (social movements), ekonomi politikaları ve reformlar, küreselleşme, siyasal şiddet ve terörizm, etnik çatışmalar ve insan hakları bulunmaktadır (Sayarı ve Dikici-Bilgi 2013).

Türkiye’de Karşılaştırmalı Siyaset

Amerikan bilim dünyasına yaklaşık yüzyıl kadar önce girmesine karşın, karşılaştırmalı siyasetin Türkiye’deki geçmişi, siyaset biliminin genelinde olduğu gibi, oldukça yenidir.  Karşılaştırmalı siyaset konusundaki eğitim ve araştırmalar 1950’li yıllarda başlamış ve bu konuda Ankara Üniversitesi’nin Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) öncülük yapmıştır. Karşılaştırmalı çalışmalar bu yıllarda ABD’deki üniversitelerden SBF’ye gelen ziyaretçi profesörlerin katkılarıyla ivme kazanmış ve bu alanda çalışan siyaset bilimcilerin sayısı artmıştır. Önceleri, yalnızca SBF’de verilen dersler ve araştırmalarla sınırlı kalan karşılaştırmalı siyaset, ilerleyen yıllarda Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi gibi devlet üniversitelerinin İdari Bilimler Fakülteleri’nin ders programlarında yer almaya başlamıştır. Karşılaştırmalı siyaset eğitimi ve araştırmaları son yirmi yılda sayıları hızla artan devlet ve vakıf üniversitelerinde siyaset bilimi eğitiminin yaygınlaşması sonucunda yeni boyutlara ulaşmıştır. Günümüzde Türkiye’deki üniversitelerin büyük çoğunluğunda karşılaştırmalı siyaset yöntem ve konularını içeren dersler verilmektedir.

Türkiye’de karşılaştırmalı siyaset alanında yapılan çalışmalar önceleri devletlerin kurumsal yapıları ve anayasaları konularıyla sınırlı kalmıştır. Ancak son 20 yılda, geleneksel yaklaşımın etkisi azalmış ve  karşılaştırmalı siyaset çalışmalarında yeni konular incelenmeye başlanmıştır. Genişleyen konular yelpazesi içinde partiler ve parti sistemleri, oy verme davranışları, demokratikleşme sorunları ve süreçleri, sivil-asker ilişkileri, siyasal katılma, siyasal elitler, baskı grupları, ve sivil toplum gibi farklı konular yer almaktadır. ABD’de siyaset bilimi genelinde ve karşılaştırmalı siyaset özelinde etkinliği giderek artan oyun teorisi (game theory) gibi matematiksel yöntemler, Türkiye’de henüz fazla etkinlik kazanmamıştır. Buna karşın, istatistiki yöntemlerin kullanıldığı kamu oyu araştırmaların artması bilimsel verilere dayanan karşılaştırmalı çalışmaların yapılmasına olanak sağlamıştır.