• Son yıllarda Uluslararası İlişkiler literatüründe Batı dışı aktörlere yönelik önemli araştırmalar yayınlanmaya başladı. Bu yönelim ve Batı dışı uluslararası ilişkiler teorileri arayışı hakkındaki görüşleriniz nelerdir?

Bahsettiğiniz yönelim, 2000’li yıllardan itibaren Uİ disiplininin Batı-merkezli kimliğinin eleştirisini yaparak Batı-dışı toplumların temsili ve katılımı sorununa odaklanan çalışmalarla önplana çıkmıştır. Çoğul ve farklı siyasal aktörlerin pratik, etkileşim, norm, tecrübe ve söylemlerinin kendine özgü tarihsel-sosyolojik ve kültürel-normatif formasyon, çerçeve ve geleneklere yerleşikliğini tanıyan bir küresel siyaset düşüncesine çağrıda bulunmuştur. Bu yönelimin başlattığı tartışma ve yaptığı katkının, genel anlamda Uİ disiplininin özdüşünümseliğine kapı araladığını düşünüyorum. Şöyle ki disiplinin kabullerini, uzlaşımlarını, gerilimlerini, sınırlarını gözden geçirerek kimliğini üzerine düşünce, söylem ve politika ürettiği araştırma nesnesine, yani küresel siyasal gerçekliğe, uygun bir şekilde yeniden yapılandırma imkanı yarattı. Söz konusu literatürün bahsettiğim bu imkânı görüp görmediği, nasıl yorumladığı ve ne tür tavır takındıklarına ise ayrıca bakmak gerekiyor. Zira bu konuya ilişkin disiplin içindeki tartışmalarda birbirinden farklılaşan muhtelif tutumlar görmekteyiz. Bir çizgi, Uİ disiplininin Avrupa-merkezli kimliğinin aşılması çabasını heyecanla karşılamış; odaklarını Batı-dışı toplum ve jeo-kültürel havzalara kaydırmışlardır. Batı-dışı toplumların tecrübelerini çıkış noktası alarak somut, güncel sorun ve meselelerde temellenen araştırma gündemini; bu jeo-kültürel dünyalardaki geleneksel düşünce birikimlerinden yararlanarak anlamaya çalışmışlardır. Nitekim literatürde, yerli-ulusal, bölgesel ve kültürel çerçevelere (Hint, Çin, Afrika, İslam vb.) atfen teorik ve kavramsal katkılarda bu görülebilir. Bu çabalar disiplinin gündeminin çoğullaşmasına ve farklı düşünce geleneklerinin daha fazla duyulup görünür olmasına yardımcı olmuştur. Ne var ki eklektif yapılı bu literatürde ortaya konulan çalışmalar, disiplinin temel varsayım, baskın kabul ve söylemlerini sorgulamaya dönük olarak kullanılamamıştır.

İkinci tavrı, eleştirel teori ve daha çok da postkolonyal yaklaşım temsil eder. Bu literatür, bir taraftan disiplinin Batı-merkezli yapısını epistemolojik, tarihsel ve kültürel olarak sorgularken diğer taraftan küresel siyasette Batı-dışı toplumların özneliği için gerekli norm, söylem ve pratiklere yönelik arayışı yansıtır. Modernitenin dünya-tarihsel öneminin ve kolonyalizmin bu tecrübedeki kurucu yeri ile kolonyal modernitenin özellikle etnik-kültürel dışlamayı/tahakkümü yaratan bilgi-güç ilişkisinin altını çizerler. Bu anlamda cari siyasal dünyanın bilgi-güç ve kimlik açısından eşitsiz ve adil olmayan yapısını deşifre ederler. Böylece belli başlı öncül ve söylemlerin yetersizliğini göstererek disiplinin kimliğini istikrarsızlaştırırlar. Lakin mevcut sosyal bilimler düşüncesi içinde kalarak “sekülerlik” paradigmasını ve “bilimci” kabulleri sürdürdükleri, Avrupa modernitesinin tarihsel-kültürel tecrübe ve düşünsel-felsefi bakışına/müktesebatına aşırı bağlı kaldıkları ve Batı-dışı toplum ve kültürlerin özgün birikim, katkı ve özneliğine fazlasıyla şüpheci baktıkları ölçüde sınırlı ve yetersiz bir çaba olarak kalmaktadır.

Bu iki tavrın ötesine geçmeye çalışan yaklaşım, bana kalırsa, bahsettiğim imkânı gerçekleştirebilir. Zira bu literatür Batı-dışı toplumların tecrübe ve sorunlarında temellenmiş bir düşünsel ve kavramsal çerçeve içinde bu toplum ve kültürlerin özneliğini disipline taşımak ve böylece disiplinin sadece araştırma gündemini değil aynı zamanda bilimsel kimliğini de yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır. Bir başka deyişle disiplinin mevcut söylem ve teorik çerçeveleriyle, Batı dışı toplumların tarihsel-kültürel durumları ve somut yaşam dünyalarının özgün düşünsel imkânlarından hareketle eleştirel bir diyalog içinde yol almakta. Bu şekilde disiplindeki teori ve söylemlerin, özellikle temel kabullerinin, öncelik, sınır ve dışlamalarını açığa vururken konu, sorun ve aktörler açısından farklılaşan bir küresel siyaset araştırmaları için zemin oluşturmakta. Böylece disiplinin öteki/farklı olan ile bu türden bir karşılaşması sonucu sınırlarını görmesi ve bu farkındalıkla kimliğini her daim müzakere ve çekişmeye açık kılması sağlanır.

Muhammed Ali Ağcan

  • Türkiye Uluslararası İlişkiler camiasındaki teorik çalışmaların yönelimi hakkında ne gibi tespitler yapabilirsiniz? Sizin de çalıştığınız eleştirel teorinin bu resimdeki konumu nedir?

Türkiye’deki Uİ çalışmalarındaki teorik yönelimlerden daha çok bu yönelimlerin niteliği ve durumu üzerinde durmayı tercih ederim. Zira uluslararası ilişkiler çalışmalarında teorik tercihler ne olursa olsun bu tercihlerin felsefe, teori ve yöntembilim açısından genel görünüm ve yapısı çoğunlukla benzerlik göstermekte. Öncelikle Türkiye’deki uluslararası ilişkiler çalışmalarında teorinin yeri ve öneminin özellikle son yıllarda artmakta olduğunu söylemeliyim. Hem sırf teori metinleri açısından hem de teorik tartışmalarla beslenmiş tematik ve pratik konulu çalışmalar bakımından bunun geçerli olduğu görülebilir. Bu her iki kategoride de özgün makalelere rastlamakla birlikte ne disiplindeki teorik ve metodolojik tartışmalara katkıda bulunan metinler ne de somut sorun, vaka ve konu incelemelerinde teorik ve kavramsal boyutun incelikli, tutarlı, sağlam ve organik bir şekilde kullanıldığı çalışmalarla karşılaşabiliyoruz. Çok az sayıdaki teori metninin ise disiplindeki teorik ve metodolojik tartışmalara sadece belirli bir yaklaşımın bakış açısından yahut somut bir konunun kendine özgü yapısının düşünsel imkânlarından sınırlı bir şekilde yararlanarak katkıda bulunduğu gözlemlenebilir. Bunun anlamı Türkiye’deki yayınların disiplinin uluslararası gündemindeki teorik ve metodolojik tartışmalara dahil olamadığıdır. Türkiye’de Uİ çevrelerinde süregiden bir teorik tartışma gündeminden bahsedemediğimiz gibi uluslararası düzeydeki tartışmalarla irtibatın zayıf olduğu kolayca görülebilir. Disiplinimizin teori-felsefi yetersizlikle malul oluşunun makul ama karmaşık sebepleri olduğunu düşünüyorum. Bu sebepleri ortaya koymadan da yukarıdaki cümleleri kurmak aslında biraz haksızlık olur, bunu kabul ediyorum. Bu durumun üzerinde ayrıca ve daha ayrıntılı durmak gerek. Ama şimdilik diğer sorular için dile getirilen hususlara dikkat çekmekle yetineyim.

Türkiye’de eleştirel teori geleneği içinde değerlendirilebilecek çalışma ve analizler, çok sınırlı. Buna rağmen bu az sayıdaki eleştirel çalışmayı, teorik-metodolojik açıdan sağlam, düşünsel katkı açısından özgün bulduğumu belirtmeliyim. Disiplindeki belirleyici teorik varsayımları (özellikle realist ve daha az olmakla birlikte liberal) yetersiz bulan araştırmacıların küresel siyasetin yapısı, süreçleri, faillik durumları, etkileşim ve olayların normatif, ideolojik ve ekonomi-politik kurulumunu anlamak için başvurdukları bir felsefi yönelim. Nitekim eleştirel teorinin katkısı; uluslararası ilişkilere dair bilgi iddialarının ve siyasal söylemlerin taraflılığının ve açıklayıcılığının sınırlı olduğunu; bu sınır ve taraflılığın belirli değer, irade ve çıkarlar dizgesinin tarihi-sosyolojik ve ekonomi-politik olarak oluşumundan kaynaklandığını göstermesidir. Küresel siyasetin derin yapısal dinamiğinin bu anlamdaki eşitsiz, adil olmayan ve tahakküm içeren söylem, norm ve pratiklerdeki gerilimlerde yattığını; bu gerilimleri görmemizi sağlayan bir teori-pratik çerçevenin ise normatif ve siyasal potansiyeller içerdiğini söylemesidir. Kuşkusuz Türkiye’den küresel siyaset okuması yapan bir düşünce insanı için bu teorik kavrayışın sunabileceği vaatler aşikârdır. Türkiye’nin küresel siyasetteki konumunun; modern uluslararası düzenle kimlik, çıkar ve güç açısından etkileşimi/tecrübesiyle oluşan aktörlük durumunun eleştirel teorinin analitik, metodolojik ve normatif imkânlarıyla çalışıp anlaşılması muazzam önemdedir.

Lakin eleştirel teorinin, eleştirisine de fazlasıyla ihtiyaç olduğunu not etmek gerek. Eleştirel teorinin sınır, gerilim ve sorunları muhtelif olmakla birlikte burada iki noktaya genel hatlarıyla işaret etmekle yetineyim. İlki teori-pratik bağı önemsemesine, eleştirinin nesnesine içkin bir teorik kavrayışın pratik imkânını, özellikle normatif yönde bir değişimi amaçlamasına rağmen küresel siyasette somut sorunlara dönük araçlar sunamadığı iddia edilir. Bir başka deyişle soyut teorik ve analitik çerçeveler açısından vadettiği imkânları, özellikle küresel siyasetteki ekonomi-politik ve normatif gerilim ve sorunları görmeyi sağlayan kavramsal gücü, somut araştırma pratiğinde uygulamaya dönüştürmede yetersiz kalabilmektedir. Aynı zamanda bu yetersizlikle yüzleşmediği müddetçe uluslararası ilişkilerde değişimi getirecek kolektif eylemi ve bu eylemin siyasal aktörünü de destekten yoksun bırakabilmektedir. Bu siyaseten etkisiz kalış, bazıları tarafından, eleştirel teorinin temel krizi şeklinde yorumlanmaktadır.

İkincisi, ilkiyle de bağlantılı olarak, eleştirel teori geleneği modern tarihsel-toplumsal yapının içkin eleştirisi olarak sorunsallaştırmalarını yapıp kavramsal-analitik çerçevesini oluşturduğu için belirli bir siyasal konum ve anlam-değer içinde kendini bulmaktadır. Eleştiriyi mümkün kılan tarihsel-sosyal koşullar, teorik-kavramsal ufkunu şekillendirmekte ve dolayısıyla normatif yöndeki bir değişim için sunduğu teklifleri taraflı ve sınırlı kılmaktadır. Bu ufuk ve sınır, Batı merkezli bir modernite bağlamının kültürel, ekonomi politik ve normatif ilkelerince belirlendiği ölçüde sınırları belirginleşip tikel kimliği açığa çıkar ve istikrarsızlaşır. Zira farklı/ötekini gözardı eden bu normatif ilgi ve teorik kavrayış özellikle İslam, Hint, Çin, Afrika gibi jeo-kültürel formasyonların disiplin içindeki yeri ve temsili tartışmasında deşifre olur. Kimlik ve kültürel farklılığın normatif değeri ihmal edildikçe eleştirel ufuk kaybolur. Nitekim küresel siyasal düşünüşün çoğul ve farklı tecrübe, söylem ve failliğe izin verecek bir şekilde yeniden çerçevelenmesinde katkısı sınırlı kalmaktadır. Hatta bu sınır, içkin eleştirinin doğrudan temel kabul, öncül ve yöntemini köklü bir şekilde sorgulamaya yol açabilmektedir.

  • Türkiye’den bir Uluslararası İlişkiler ekolü/okulu çıkar mı? Bu bağlamda Türkiye’de lisans düzeyindeki Uluslararası İlişkiler eğitimi-öğretimi konusundaki temel eleştirileriniz nelerdir?

Bu sorunun maalesef basit bir cevabı yok. İlkesel olarak elbette çıkabilir ama pek çok koşulun gerçekleşmesi halinde. Entelektüel, felsefi, tarihsel-kültürel, ekonomi-politik güç, kurumsallaşma vb. koşullar söz konusu. Tümünün ayrıntılı bir analizini yapmak gerekir ve ancak bu şekilde soru hakkıyla cevaplanabilir. Ne var ki böyle bir soruşturmayı bu söyleşi sınırları içinde yapmamız zor. Bu yüzden şu iki temel noktaya dikkat çekmekle yetineyim. İlki şüphesiz bir ekolü yahut yaklaşımı, benimsediği teorik yönelim tanımlar. Bu teorik yönelim ise felsefi ve sosyal bilimsel bir düşünce evreni, yapısı içinde şekillenir. Herhangi bir disiplinin, Uİ, araştırma yöntemi ve gündemi (sorun ve meseleleri) bu şekilde oluşur. Dolayısıyla felsefe-bilim ve sosyal bilimler düşüncesi içinde belirli bir yaklaşıma dayanmalıdır. Bu çerçevede şu sorular akla geliyor hemen. Peki Türkiye’de akademide felsefi-metodolojik yapısı sağlam bir şekilde kurulmuş araştırmalar ve yayınlar ne durumdadır? Bunlar özgün bir teori çizgisinin oluşması için yeterli nitelikte ve yoğunlukta mıdır? Tartışılması gereken genel anlamda bir düşünce dil ve müktesebatının varlığı, yapısı ve niteliğidir. Bu noktada felsefe-bilim birikimimiz ve sosyal bilimler düşüncesiyle irtibatımıza ve ne yaptığımıza özellikle bakmak gerekir. Kısacası bizim için Uİ disiplini içinde özgün bir teorinin imkanı, sosyal bilimsel düşünce ve pratiğimizin genel durumuyla doğrudan ilişkilidir.

İkinci olarak belli bir tema, sorun ve kavrama odaklanmış bir araştırma gündemi böyle bir okul veya yaklaşımı ayrıştırabilir. Uluslararası siyasetin somut ve pratik bir sorunuyla ilgili olarak belirli bir kimliğin tecrübesinin anlaşılır bir kavramsal dil içinde başkasıyla/farklı olanla paylaşılmasıdır. Bununla kastettiğim küresel siyasetin genel/ortak sorun ve meseleleriyle (güvenlik, barış, kimlik/kültür, sosyallik, ahlak, farklılık vb.)  ilgili belirli bir tavır alışın sistematik bir yaklaşım olarak belirginleşmesidir. Uluslararası toplum yaklaşımı buna örnek olarak verilebilir. İngiliz okulunun uluslararası toplum kavramı modernite ile birlikte ortaya çıkan egemen-devletler düzenini tanımlar. Buna göre çoğul siyasal birimlerin birlikteliği, bir dizi norm, kurum ve pratiklerin tanımladığı belirli türde bir toplum yaratmıştır. Bu yargılarını belirli bir tarih okuması ve kültürel-ahlaki değerlere yaslanarak oluştururlar. Böylece egemen-devletlerin kendine özgü sosyalliği, belirli bir duruştan-yerden anlamlandırılır. Sonuç olarak böylece egemen-devletler arası ilişkilere ve asıl olarak da uluslararası siyasete, toplum kavramının merkezde olduğu ve bunun içerdiği normatif anlamlar doğrultusunda bir teorik çerçeve sunarlar.

İngiliz okulu elbette kavramsal-tematik bir önerinin ötesine geçerek uluslararası toplumun bilgisi ve nasıl çalışılacağı ile de ilgilidir. Yöntem ve bilgi-bilimsel olarak belirli tercihlerin şekillendirdiği bir dizi teklifle tartışmaya katılırlar. Gelenekselcilik şeklinde adlandırılan bu yaklaşım, tarihsel, betimleyici ve normatiftir ve bu şekliyle belirli bir sosyal bilim düşüncesine işaret eder. Bu anlamda inşacılık aslında yukarıdaki iki unsuru birlikte görebileceğimiz bir yaklaşım. Bir taraftan bilimsel gerçekçilik, yapılanmacılık, sembolik etkileşimcilik gibi sosyal teori ve sosyal bilim yaklaşımlarına dayanan bir sosyal felsefi yönelim; diğer taraftan devletler arası ilişkilerin; bu ilişkilerdeki çıkar ve gücün kimlik, norm ve pratikler aracılığıyla sosyal olarak kurulduğu fikrini içeren bir uluslararası siyaset yaklaşımı. Belli bir tema, kavram ve sorun etrafında özgün bir uluslararası siyaset teorisi, sosyal bilimler düşüncesi içinde belirli bir yönelim ile ilişkili olmak zorundadır.

Türkiye’den teorik bir bakış oluşacaksa bu iki düzlemde bir katkıya dayanmalıdır. Bu yöndeki katkıların nasıl yapılacağı ise ilk soruya verdiğim cevaptaki gibi bir usul içinde mümkün gözüküyor. Türkiye’nin küresel siyasal konumunu, güncel politik durumunu düşünce geleneğimizle irtibatı olan bir sosyal bilimsel dil içinde anlamlandırabilmemiz gerekiyor. Bu eş zamanlı olarak geleneksel düşüncenin güncel anlamı, etkisi ve yeri ile çağdaş sosyal bilimlerin ve spesifik olarak mevcut uluslararası ilişkiler teorilerinin kendi siyasal tecrübemizle ilişkisini eleştirel bir şekilde soruşturmayı zorunlu kılar. Bu çift yönlü ve eşzamanlı eleştirel diyalog birbirini gerektirdiği için ayrıştırılmadan yürütülmelidir.

Buradan uluslararası ilişkiler eğitimi konusuna geçmenin tam zamanı. Ne Uİ’in disipliner kimliğinin tartışmalı durumundan ne de üniversitelerimizin kurumsal yapısından kaynaklanan sorunlarına değineceğim. Özellikle yukarıda dile getirilen değerlendirmelerle uyumlu olan birkaç noktayı, tartışmaya açmakla yetinmek istiyorum. Öncelikle eğitim-öğretimimizde teori ve yöntemin yerine ve niteliğine özellikle dikkat kesilmek zorundayız. Siyaset ve uluslararası ilişkiler alanında analitik ve eleştirel düşünceyi verebiliyor muyuz? Öğrenciler, hem yeterli ve yerinde sırf teori ve yöntem dersleri ile hem de bölge, tema-konu ve tarih derslerinde teori ve yöntemi bizzat uygulayarak (metin yazımı, tartışmalara katılım, okuma vb. pratikler aracılığıyla) analitik ve eleştirel bir kavrayış oluşturma imkânına sahip mi? Bu sorularla yüzleşmek için öncelikle hem müfredatın yeterli sayıda nitelikli teori ve yöntem dersinden oluşması hem de bu teorik ve yöntemsel donanımın uygulamalı olarak içselleştirilip formasyona dönüşmesi gerekir. Bu çerçevede sosyal bilimler felsefesi ve metodolojisi, sosyal teori, karşılaştırmalı siyaset felsefesi, siyasal düşünce (klasik ve çağdaş), uluslararası ilişkiler teorisi, siyasal analiz gibi derslerin müfredatta uygun yıllara yayılarak bu alanlarda uzmanlaşmış öğretim üyeleri tarafından verilmesi gerekir. Bu derslerin kapsamı belirli bir bakış açısınca sınırlanmak yerine mümkün olduğu kadar farklı gelenek, düşünce ve yaklaşımları içerecek bir şekilde oluşturulmalıdır. Bu anlamda öğrencilerin felsefi ve yöntemsel müktesebatında, özellikle Osmanlı-İslam (siyasi) düşünce birikimi yer almalıdır. Burada gözetilmesi gereken kaygı söz konusu birikimin güncelliğinin yakalanmasını ve cari siyasal dünyamızın anlamlandırılmasını sağlayacak şekilde yorumlama olmalıdır. Ayrıca söz konusu dersler aracılığıyla edinilen kavramsal, yöntemsel ve analitik donanım ve araçlar; siyasetin tarihsel ve güncel konuları ile temel sorunsal ve gerilimlerinin eleştirel bir şekilde soruşturulup anlaşılmasında kullanılmalıdır. Amaç öğrencinin çağdaş küresel siyasetin belli başlı konuları, süreçleri, yapıları ve etkileşimlerinin eleştirel bir kavrayışını edinmesidir.

Uluslararası ilişkiler eğitim-öğretimi, ikinci olarak, Türkiye’nin çağdaş küresel siyaset içindeki konumuna tarihsel-sosyolojik bir duyarlılık ve bakış olanağı sunmalıdır. Burada Türkiye’nin tarihsel-sosyolojik kimliğiyle bağlantılı bir uluslararası fikri yahut küresel siyaset muhayyilesinden bahsediyorum. Bunun için Türkiye’nin uluslararası düzende mevcut güç dağılımı, ekonomi-politik yapı, kurumsal ağlar, ikili-bölgesel ilişkiler içindeki yeri, siyasal aktörlük durumu ve güncel sorun ve gerilimlere yaklaşımını tarihsel ve sosyolojik bir bağlama yerleştirerek çalışan bir disiplin kimliğine ihtiyaç var. Böyle bir disiplin kimliği, Türkiye tarihinin sosyolojik-kültürel değişim ve dönüşümlerine ve bunun siyasal anlamlarına ilişkin dersleri; dünya tarihi, tarihsel sosyoloji, karşılaştırmalı siyaset ve medeniyetler tarihi gibi daha geniş disiplinler bağlamı içine yerleştirmelidir. Türkiye’nin küresel siyaset içindeki güncel konum ve kimliğini başka kültür ve toplumlarla karşılaştırmalı olarak anlamaya çalışmanın yanında Osmanlı-İslam medeniyeti-tarihi bağlamına yerleştirerek sosyo-kültürel kimliğinin oluşumu anlamaya çalışılmalıdır. Osmanlı-İslam siyasal kültürü ve tarihinin, Rusya, Asya, İran, Afrika, Arabistan, Hindistan, Avrupa ile etkileşim, yüzleşme, karşılaşma, diyaloglarını bağlantılı dünya tarihi perspektifi açısından konu edinebilir. Sonuç olarak Türkiye’nin tarihsel-sosyolojik birikimi, Batı merkezli olmayan bir tarihsel sosyoloji ve dünya tarihi perspektifi ile bağlantılı tarih bakış açısıyla oluşturulmuş derslerle tartışmaya açılmalıdır. Böylece Türkiye’nin bu tarihsel-sosyolojik kimliğinin güncel yeri ve anlamının eleştirel bir değerlendirmesi geliştirilebilir ki bu Türkiye’nin günümüz uluslararası siyasetinin (temel yönelimi, kimliği, sorunları ve gerilimlerinin) anlaşılmasında kritik önem taşır.