Bu kısa makalenin amacı popülizm kavramı çerçevesinde ortaya konulan tartışmaları derlemek ve kavramın uluslararası ilişkiler disiplini ile olan ilişkisini değerlendirmektir. Popülizm son yıllarda hem akademik çevrelerde hem de gündelik dilde kullanımı gözle görülür bir biçimde artan, deyim yerindeyse ‘popüler’ olan bir kavram. Popülizm çoğunlukla siyaset teorisi ve siyasal ideolojiler ile bağlantılı olarak siyaset bilimi eksenli gelişmekte olsa da kavramı çok temkinli bir şekilde uluslararası ilişkiler alanına uyarlayan ve uygulayan çalışmaların sayısı da yavaş yavaş artmakta. Ancak muhtemelen kullanımın yaygınlığından olsa gerek, kavram farklı kişilere aynı anda farklı şeyleri tanımlar hale gelmiştir. Örneğin bugün popülizm hem aşırı sağ partileri1 ve benzer bir çizgide tüm Avro-şüpheci hareketleri2 (Brexit, Le Pen vb.), hem de seçim başarısı gösteren radikal sol partileri3 (Syriza, Podemos vb.) ve Latin Amerika’daki ulusal-sol hareketleri4 tanımlar bir şekilde kullanılmaktadır. Bu durum aynı ülke içerisindeki karşıt hareketlerin tanımlanmasında dahi görülmektedir. Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde hem Trump5 hem Sanders6, Birleşik Krallık’ta hem Johnson7 hem Corbyn8, ya da Yunanistan’da hem Altın Şafak9 hem Syriza10 popülist siyasal hareketler olarak tanımlanmaktadır. Türkiye’de de benzer bir durum vardır; hem Erdoğan11 hem Demirtaş12 popülist liderler olarak tanımlanmakta, hatta kimi yazarlar Kemalizm’in altı ilkesinden biri olan Halkçılık kavramının da tarihsel olarak popülizmi tanımladığını belirtmektedir13. Toplumsal hareketlerden14 örnekler vermek gerekirse, Arap Baharı15 da İşgal Et16 hareketi de ve her ikisine de örnek olarak verilebilecek olan Gezi Parkı Protestoları17 da birer popülist hareket olduklarını söyleyebiliriz. Hatta Ekim 2019 sonu itibariyle gündemi yoğun bir şekilde işgal eden küresel protesto hareketlerini inceleyen değerlendirmelerin de kimi zaman popülizm kavramını kullandıklarını görmekteyiz18.

Peki, nedir tüm bu çok farklı politik ve sosyo-ekonomik temellerden kaynaklanan ama yine de hepsini ‘popülist’ olarak tanımlamamıza neden olan ortak nokta? Tarihi örnekleri dışarıda bırakırsak, bu hareketlerin tamamının 2008 küresel finans krizinin ulusal, uluslararası ve hatta küresel etkilerine ve tepki olarak ortaya çıktıklarını söylemek mümkün. Bu tepkinin ortaya konulmasında ise basitçe bir ‘strateji’ biçiminde ‘biz olarak halk’ ile ‘onlar olarak elitler’ olgularının karşı karşıya konulduklarını söyleyebiliriz. Ancak bir ‘strateji’ olarak popülizm bile literatürde farklı farklı ele alınmakta ve genel olarak dört ayrı kategori altında değerlendirilmektedir. Bunlardan ilki ‘düşünsel’ (ideational) strateji olarak tanımlayabileceğimiz, genellikle adı Cas Mudde ve Cristóbal Rovira Kaltwasser ile birlikte anılan kategoridir. Burada popülizm nihai olarak iki homojen karşıt kamp olarak ‘saf halk’ ile ‘yozlaşmış seçkinler’ arasındaki mücadelede genel iradenin sesini temel alan ‘ince merkezli’ bir ideoloji olarak karşımıza çıkmaktadır. Popülizm ince merkezli bir ideolojidir, çünkü diğer ‘kalın merkezli’ ideolojiler (faşizm, sosyalizm, liberalizm) gibi bir fikirler bütünlüğü olarak değil, bir ‘boş imleyen’ (empty signifier) olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle de popülizm herhangi bir diğer kalın merkezli ideolojiye eklenmiş olarak, hatta onlar tarafından asimile edilmiş olarak görünür19. Post-Marksizm kuramının kurucusu olan Ernesto Laclau20 ve Chantal Mouffe21 ile birlikte düşünebileceğimiz ikinci kategori ise popülizmi ‘söylemsel’ (discursive) bir strateji olarak kavramsallaştırmaktadır. Burada popülizmin kavramsal karmaşasının ötesine geçip popülizme siyaset teorisinde bir yer edindirme çabası ve kavramın ‘siyasal olan’ (the political) olarak karşımıza çıktığını görüyoruz22. Çünkü Laclau’ya göre ‘popülist akıl’ ile ‘politik akıl’ eşanlamlıdır23. Hatta Mouffe’un popülizmi kavramsallaştırılmasında siyaset-sonrası (post-politics) olgusunun eleştirisinin önemli bir rol oynadığını görürüz. Üçüncü kategori ‘siyasal’ (political) bir strateji olarak popülizmdir. Burada popülizm kimi liderlerin siyasal iktidarı ele geçirmek ve elde tutmak için destekçilerinin kitlesel mobilizasyonunu yönetmek ve yönlendirmek için kullandıkları bir yöntem olarak tanımlanır. Örneğin kutuplaştırma üzerinden siyaset yapılması buna örnek olarak verilebilir. Burada öznenin yapı üzerindeki rolünün vurgulanmış ve öne çıkarılmış olduğunu görüyoruz çünkü daha önce gördüğümüz düşünsel ve söylemsel stratejilerin aksine burada popülizmin liderlerin ve siyasetçilerin davranışlarına indirgemiş olduğunu söyleyebiliriz24. Müller’in çalışmalarında buna benzer bir kavramsallaştırma görmekteyiz25. Son kategori olan ve popülizmi ‘sosyo-kültürel’ (socio-cultural) bir strateji olarak değerlendiren çalışmalar ise, diğer yaklaşımlarda göz ardı edilen sosyal ve kültürel öğeleri ön plana çıkartmaktadır. Burada popülizm tek-yönlü ve tepeden inme bir ‘demagoji’ olarak değil, iki-yönlü olarak tanımlanmaktadır. Bu ‘ilişkisel’ durum, popülizmi hem lider hem de onun destekçileri bağlamında düşünür ve bu ikisi arasındaki politiko-kültürel ve sosyo-kültürel ilişkileri işaret eder26.

Bu ‘stratejik’ yaklaşımların popülizmi anlamak açısından son derece önemli ve faydalı noktaları bulunmakla beraber, ben bu ‘stratejik’ yaklaşımların üç nedenden dolayı eksik kaldıklarını popülizmin küresel27 ve otoriter28 bir ‘süreç’ olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Birincisi olan ‘küresel’ boyut stratejik yaklaşımlardaki yöntemsel ulusçuluk ve uluslararasıcılığın29 ötesine geçmek açısından önemlidir. Literatürde popülizmin çoğunlukla ya ulusal (Türkiye’de Erdoğan, Fransa’da Le Pen, Venezüella’da Chavez gibi) ya da uluslararası (Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Türkiye Modeli, Avrupa’da Avro-şüphecilik, Latin Amerika’da Chavismo gibi) seviyelerde ele alındığını görmekteyiz. Bu klasik pozitivist sosyoloji ve realist uluslararası ilişkiler disiplinlerinin sosyal bilimlere miras olarak bıraktığı yöntemsel ulusçuluk-uluslararasıcılık nedeniyle böyle görülmektedir. Popülizme atfedilen pejoratif anlam, yani sağ da sol da olsa, tüm popülizmler gericidir ve demokrasi karşıtıdır gibi bir anlayış, pozitivist ve realist sosyal bilimler anlayışının bir sonucudur. Ancak popülizm, her ne kadar milliyetçilikten beslenebiliyor da olsa, ‘biz halkız’ vurgusu etrafında düşünülmesi gereken küresel bir süreçtir. Popülizmin, tüm diğer toplumsal yapılar gibi, toplumsal dönüşüm esnasında tarihsel ve toplumsal bağlamlarla birlikte düşünülmesi gerekir ve ilerici ya da gerici olduğu bu bağlamlar çerçevesinde anlaşılması gerekir. İkinci boyut olan ‘otoriterlik’ de yine bu çerçevede düşünülebilir. Popülizmi küresel ekonomi politiğin dışında düşünemeyiz. 2008’de küresel finans krizi sonrasında yaşanan kemer sıkma politikaları sonucunda küresel boyutta artan popülist süreçleri otoriter neoliberalizm30 tartışmaları çerçevesinde ele almak gerekmektedir. Burada Antonio Gramsci’nin ‘bütünsel devlet’31 kavramına da atıfla popülizm hegemonya ve otoriterlik (ya da Gramsci’nin kendi tabiriyle diktatörlük) süreçlerinin bir yakınsaması olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylelikle popülizmin tanımlanmasında hem devlet-sivil toplum arasındaki, hem de ulusal-uluslararası arasındaki ilişkiler birbirlerini dışlamadan ve küresel siyaset bütünlüklü olarak kavramsallaştırılmış olur. Son boyut olan popülizmin stratejiden ziyade bir ‘süreç’ olarak tanımlanması da bu noktada önemlidir. Strateji olarak popülizm özneye veya öznelere özerk bir anlam atfeder ve bunun sonucunda popülizm sanki planlı, programlı bir projeymiş gibi karşımıza çıkar. Ancak bu anlayış yapının belirleyiciliğini görmezden gelmekte ve popülizmin bir olgu olarak kendiliğindenliğini görünmez kılmaktadır. Popülizm, tıpkı Poulantzas’ın faşizm32 kavramsallaştırmasında olduğu gibi öngörülebilir değildir. Bir süreç olarak popülizm anlayışı, popülizmi strateji olarak tanımlayan düşünsel, söylemsel, siyasal ve sosyo-kültürel yaklaşımların ortaya koyduklarını yadsımaz, ancak bu yaklaşımlarda belirtilenleri salt önceden belirlenmiş stratejilerden ziyade küresel ekonomi politiğin otoriter eğilimleri ile birlikte bir durumsallık (contingency) süreci olarak tanımlar.

Popülizm kavramının uluslararası ilişkiler disiplini içerisinde yer bulması çok da eskilere dayanmamaktadır ve genellikle dış politika analizi olarak karşımıza çıkmaktadır. Son birkaç yıldaki çalışmalarda örneğin ‘Trump ve Amerikan dış politikası33’, ‘Latin Amerika’da dış politika34’, ‘Modi ve Hindistan dış politikası35’, ve ‘Batı-karşıtlığı ve Türkiye dış politikası36’ gibi örnekler karşımıza çıkmaktadır. Turkish Studies dergisinde 2018 yılında derlenen ‘İslamcılık, Popülizm, ve Türk Dış Politikası37’ adlı özel sayı bu konuda önemli bir Türkiye siyaseti çalışması örneğidir. Karşılaştırmalı siyaset ile popülizm kavramını harmanlayan iki çalışmadan da bahsedebiliriz. Bunlardan birincisi bu yıl Frank A. Stengel, David B. MacDonald ve Dirk Nabers tarafından derlenen ‘Popülizm ve Dünya Siyaseti: Uluslar-arası ve -ötesi Boyutları Keşfetmek38’ adlı kitap, bir diğeri de 2017 yılında Vedi R. Hadiz ve Angelos Chryssogelos tarafından International Political Science Review dergisi için derlenen ‘Dünya Siyasetinde Popülizm: Karşılaştırmalı bir Çapraz-bölgesel Perspektif’ adlı özel sayıdır. Her iki çalışmada da uluslararası ilişkilerin geleneksel anlayışının ötesine geçmek için karşılaştırmalı siyaset anlayışı yer almıştır. Ek olarak hem tarihsel sosyoloji hem ekonomi politik disiplinlerinden beslenen Vedi R. Hadiz’in Endonezya ve Ortadoğu’daki İslamcı popülizmleri karşılaştırdığı ‘Endonezya’da ve Ortadoğu’da İslamcı Popülizm39’ adlı çalışmadan da bahsedebiliriz.

2019 yılında formel bir disiplin olarak kuruluşunun yüzüncü yaşına giren uluslararası ilişkiler disiplini artık devlet-merkezli, Avrupa-merkezli, şimdiki zaman-merkezli ve pozitivist geleneksel anlayışları bir kenara bırakarak, daha eleştirel yaklaşımları ön plana çıkartmaktadır. Örneğin Amitav Acharya ve Barry Buzan bu yıl yayınlanan kitaplarında küresel uluslararası ilişkiler anlayışı çerçevesinde disiplinin kendini yeniden düşünmek durumunda olduğunu iddia etmektedirler40. Hatta küresel ve otoriter bir süreç olarak popülizm disiplinler arası çalışmalar açısından da önemlidir41. Küresel ve otoriter bir süreç olarak popülizm kavramının da bu eleştirel yaklaşımlara ciddi bir katkı sunacağını düşünmekteyim. Aşağıda çok kısaca, bu yıl yayınlanan ve popülizm kavramı çerçevesinde eleştirel uluslararası ilişkilere katkı sunan üç çalışmadan bahsedeceğim.

Bunlardan birincisi Shabnam J. Holliday’in Political Studies dergisinde yayınlanan ‘Popülizm, Uluslararası, ve Yöntemsel Ulusçuluk: Küresel Düzen ve İran-İsrail Neksusu42’ adlı çalışması. Bu makalede Holliday ‘uluslararası’ kavramının popülizme içkin olduğunu iddia etmekte ve popülizm çalışmalarını içsel-dışsal ilişkileri küresel bir biçimde ve ilişkisel olarak ele almaya davet etmektedir. Böylece karşılaştırmalı siyaset ve uluslararası ilişkiler arasındaki boşluk doldurulacaktır. Yazar makalede küresel tarihsel sosyoloji ve küresel uluslararası ilişkilerden faydalandığını da belirtmektedir. İkinci çalışma Sandra Destradi ve Johannes Plagemann’ın Review of International Studies dergisinde yayınlanan makaleleri43. Burada yazarlar popülizm kavramını küresel kuzey ve güney ilişkileri bağlamında ve dış politika eksenli olarak değerlendirmektedirler. Son çalışma ise Faruk Yalvaç ve Jonathan Joseph’in yine Review of International Studies dergisinde yakın zamanda yayınlanan ‘Türkiye’de Popülist Politikayı Anlamak: Hegemonik Derinlik Yaklaşımı44’ adlı makaleleri. Burada popülizm farklı toplumsal güçler arasındaki iktidar mücadelesi için ortaya konulan hegemonya projeleri belirtmektedir. Eleştirel gerçekçilik yaklaşımını esas alan bu çalışmada popülizm hem yapısal koşullar, özne ve kurumsal çerçeve arasındaki üçlü bir ilişkisellik olarak hem de ulusal ve uluslararası süreçleri birleştiren bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ampirik olarak yazarlar burada AKP’nin bir hegemonya süreci olarak iktidarının ilk yıllarındaki çoğulcu popülizmi ilerleyen yıllarda neoliberal otoriter popülizm ile değiştirdiğini iddia ediyorlar. Türkiye’de AKP iktidarı altında gelişen neoliberal otoriter popülizm rejimi ayrıca Umut Bozkurt’un Science & Society45 ve Fikret Adaman, Murat Arsel ve Bengi Akbulut’un The Journal of Peasant Studies46 makalelerinde de değerlendirilmiştir.

Türkçe yazından örnekler vermek gerekirse, ilk olarak Galip L. Yalman’ın 1985 yılında 11. Tez’in ilk sayısında yazmış olduğu ‘Popülizm, Bürokratik-Otoriter Devlet ve Türkiye47’ adlı çalışmadan bahsedebiliriz. Burada Yalman azgelişmiş ülke devleti tartışmaları ve Latin Amerika örnekleri üzerinden çalıştığı popülizm kavramının toplumsal bütünlüğün kavranması açısından sınıfsal analizleri yadsıdığı gerekçesiyle reddedilmesi gerektiğini ve anlamlı bir sosyal kategori sunmadığını belirtmektedir. Deniz Yıldırım ise ‘AKP ve Neoliberal Popülizm48’ adlı çalışmasında popülizmi Gramsci’nin hegemonya ve ortak-duyu (common-sense) kavramsallaştırması üzerinden değerlendirmekte ve Türkiye’de neoliberalizm ve popülizm yakınsamasını AKP’nin eğitim, sağlık, sosyal yardım, yerel yönetimler ve çalışma ilişkileri politikaları çerçevesinde incelemektedir. Son olarak Ümit Akçay da ‘Türkiye’de Neoliberal Popülizm, Otoriterleşme ve Kriz49’ adlı makalesinde AKP iktidarlarının ekonomi politiği üzerinden Türkiye’de popülizmin (1) neoliberal refah rejimi ve finansallaşma, (2) siyasetin yönetici sınıf-içi mücadele alanına dönüşmesi ve (3) 2013 sonrası neoliberal birikim modelindeki krizin neoliberal popülizmin krizine dönüşmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan otoriterlik ve tek adam yönetimi üzerinden anlaşılması gerektiğini ileri sürmektedir.

Sonuç olarak, küresel ve otoriter bir süreç olarak popülizm, tam da Gramsci’nin tabiriyle interregnum, yani eskinin öldüğü ama yeninin doğamadığı bu bütünlüklü kriz dönemini yaşarken bizlere toplumsal değişimi ve dönüşümü anlamada eleştirel bir bakış açısı sunmaktadır. Sosyal bilimlerin doğasının yeniden düşünüldüğü günümüzde bu da bize yeni pencereler açmaktadır.